Hükümlerime karşı itirazlarımda,
Ürkütücü bir yabancı dokunuşu zamanın...
Hep ölmek cehaletiydi ya da yaşam kibriydi.
Sona çıkan her basamağı hınçla çıkmamın ardından,
Sarhoş etmekti zihnimi bu tanımsızlığın devası...
Sessizliğe nice mayınlar döşedim,
Biraz da heykeller diktim yalnızlığımdan.
Göremedin, yenik bir yıldızın ömrü gibiydin çünkü.
Yani ben ne kadar hainsem,
Sen o kadar sadıktın karanlığa.
Benzer yıkımlarda armağan ettik tenimizi bakir krallıklara...
Şüpheme insan, öfkeme anne, sevdama karabasan...
Durmaksızın büyüdüm, avuçlarımdaki saati koruyamadan.
Gizli vasiyetlerimi yutamadan cenazelerine katıldım,
Biraz çaresizliğin biraz da hoşnutsuzluğun.
Hangi ses teline aldırmalıydım ki?
Bilmiyorum, ben her daim olmayana inanmıştım.
Niyetlerine barikatlar kurmak hatasından tut,
Gözlerine sonsuzluğu yakıştırma körlüğüne kadar,
Kendim hariç her yaşam formuna aşık kalmışım.
Geceleri saklanmış hikayelerin yaralarına basarak,
Kana kana içerek anlatırdım siyahı.
Yaşamak hırslı, gözü dönmüş bir diktatör gibi.
Ne vakit karşı koymaya çalışsam,
Başka başka intiharlar gömdü göğsüme dünden.
Göğün aslında ne kadar düzenbaz olduğunu,
Varlığımın ne denli bir deliye dönüştüğünü anlatmalıydım.
Lakin artık hiçbir zebaniyi dahi tanıyamıyordum.
Yalnızca akıntısına, rüzgarına şimdinin,
Arada bir kafa tutarak çalmasına izin veriyordum nefesimi.
Delicesine geçti, aşıkmışçasına hissetti,
Katilmişçesine yıktı, tanrıymışçasına ağladı.
Anlamadı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder