6 Eylül 2021 Pazartesi

Yara


Hakimiyet uğruna deryalarca kar,
Gezip görülmedik rüyalarca kılıç yuttuğumda,
Boynumdan akan dumanlı bir çehre...
Sükutu mezar taşı dikiyordu geceye.

Mecalin kalmadığı zaman dilimlerinde,
Kanayan her bir parmağımla,
Atıyorsam eğer en öfke dolu imzamı,
Yumruğumdan gayrı körpe bir direniş istemem.
Ölümüme bahtiyar bir ruhu içimde hissedemem.
Çiçeklerimin benden alacağı var...
Neyse ki binlerce merhumun,
Tonlarca gözyaşı boğmaktaydı kafesini göğsümün.

Aftan ırak topraklara ayak bastığımda,
Kendi tapınağını kendisi yıkmış bir keşiş misali,
Ardımda bıraktığım her bir anı,
Günü geldiğinde ölüm fermanım olacaktır.
Çünkü milada ihanet edeli yıllar oluyor.
Gözlerimi sarmalayan bulutlardan aşikardı zaten.
Fakat yağmura dahi tövbeliydi yürek.
Haliyle de en büyük cezaydı sabretmek.

Zamanımın failleri arasında sen de varsın.
Kendi nefesini kestiğin kadehlerin kırıkları,
Şimdi ise benim ayağımı kanatıyor.
Lakin sen kırmızıya bile kör kalmışsın.
Baksana ruhunun dahi farkında değilsin!
Ki gerçi en vazgeçilmezinden vazgeçtiğinde,
Çoktan kaldırılmış olmalıydı perdeler.
Çıplak bir şekilde atıyorsun kendini sahneye.
Oysaki seni izleyerek ağlayan, senden utanan tanrı değil,
Durmaksızın çarmıha gerdiğin benliğindir...

Kendi yoluma hendekler kazarak,
Yüzümü en karanlık yöne çeviriyorum.
Daha da tatsız olacak içtiğim sigara.
Daha da yaşlandıracak beni.
Yaşım, ihanetinin inancımla olan çarpışmasının,
Altında yatan infaz sayısıyla eş değerde.
Biliyorsun fakat yaşadığının bile farkında değilsin...

Utanç


Çığlığına karşı dahi kırgınken,
Yanıttan yoksun yaşayışlara tanıdık,
Kasvetli gecelere ise yabancı kalmışsam,
İçiyor olduğum şarabın uyuşturacağı tek şey,
Nefes aldığım vakit kanayan ciğerlerimdir...

Yaralı yaz gecelerine ihtiraslı bir suç örgütünün,
Polis sirenlerine karşılık attığı kurşunlar,
Yaşatır olmuştu bir bedevinin geçmişini.
Baktığım her anda bu şuursuz su birikintisine,
Boğulmaktaydı haykırarak yalnızlık.
Lakin tek bir cankurtaran bile kalmamıştı,
Bu şereften yoksun korkunç yeraltında.

Vazifelerime döndüğüm sırtımda,
Mazinin hatırası mevcut ise,
Ki ezelden beri mevcut,
Hala da galibi olmadığımın anlamını taşıyor,
Tanrının, hayatın bir de varlığımın...

Ben, gözleri zehirli bir din adamıydım.
Din adamı oluşum yüreğimden,
Zehrim ise ruhumdan gelmekteydi.
Fakat taşlı veyahut dikenli yolların yerlisiydim elbette.
Ruhtan yoksun kalabalığın biricik yalnızlığı...
Şaşırmamak gerekirdi haliyle,
Nice milyarderlerin koynunda uyuyorken,
An gelince kendi gözyaşlarımın tacirine dönüşmeme.

Azametine yenik düşmüş olma yanılgısı bir kenara,
Hıyanetine ihtimal veren olma hastalığından,
Ne müteşekkirim ne de isyankar.
Anlayacağın, anlatamıyorum.
Ne olursun kanattığım zamanın cenazesini,
Bir an evvel lütfet karanlığıma.
Zira bendim bu yolların tadını bilen.
Bendim bu ağaçların öfkesini taşıyan.
Bendim lakin,
Bir sen değildim.
Zaten bu yüzden başımı öne eğdim...

Cıvıltı

Henüz yıkanmamış bir merhumun,
Yılların bencil savaşları neticesinde,
Sükutuna karşı armağan ettiği ufak bir tebessümün acısı,
Veyahut camsı ölümü barındırdığında zamanı,
Gönlüme sapladığında mızrağını,
Ne denli ağır ve yaşlanmış hissediyorsam,
O denli kudretli bir karabasan misali üzerime çöken,
Beraberinde ise kanımı emen,
O iki yüzlü gecenin eteklerinde,
Bir damla gözyaşını dahi toprağa değdirmemeye yemin etmiş,
Gözlerimin yarattığı savaş alanındaki mayınlara adım atmış benliğime inat,
İlk kez isyan ediyordum ağlayamadığıma.

Günlerden kırık bir sigaranın yakılmasıyla başlamış,
Devamında ise şüphesiz yüreği zehirlemiş,
Üstüne üstelik bu bedenin sahibinin hakimiyetini,
Üç beş kuruş için hurdacılara satmış,
Sonrasında ise bulabildiği en ucuz şarabı almış,
Boğazından geçen her yudumda tanrıya sorular sornuş,
Alamadığı her yanıta ilaveten bir sigara daha yakmış,
Emekli bir arkeleoğun kanayan yarasına,
Zamanın tuzunu basıp umut ekmeğini bandırmış,
Bu kurak geçen iklimin son cıvıltısındaki,
Hüznüymüş, yanan ömrüymüş, öksüzlüğüymüş,
Sahtekarlığıymış lakin en çok yalnızlığıymış...
Bir intihar notuymuş ki ölüm zaten biricik var oluşuymuş.

Bakışı mıydı tanrının bizi karanlığa mesul eden?
Kanadığı yarayı öpmek miydi şefkati bir annenin?
Mevcut değildi tabii olarak bazı köklerin bağlılığı.
Haliyle de boy göstermişti,
Hırçınlığı yaşayışın veyahut hiddeti yalnızlığın...
Yabancısı olmuşsun ister istemez bu ahval kalabalığın...
Baksana, adın gibi biliyorsun!
Bir gülün neresini öpersen kanayacağını,
Bir yüreğin neresinden tutarsan,
Kendi içine gömüleceğini,
Biliyorsun fakat unutmuşsun,
Kalbinin neyden yapıldığını.

Geçiyorken bir gül çemberinden feleğin,
Ağlıyorken tanrı nasırlı parmak uçlarımdaki zamana,
İçiyorum...
Öyleyse tüm ölü düşlere şerefe!

Nice menekşe kokulu kumulları bağrıma basarak,
Veyahut her daim alınan yaşa bir kurbanda bulunarak,
Başkentinde çürüyüşlerim kimsesizliğin...
Başıma diktiğim şişenin bile bir rengi var!
Mevcut mudur öksüzlüğümüzü yakan ateşin,
Uykuyu hasmımız ilan eden rüyaların,
Kalabalıkların arasından geçebilmek için bağladığımız pranganın,
Bir kurtuluşu ya da en azından bir hecesi?

Çoktan kirlettin mi yoksa parçalara ayırdığın semayı?
Ellerim yanıyor tanrım, haini miyim aynaların?
Çizdiğim çemberleri kendi hudutum bildim.
Nice ölmüşlerin kabrini yatağım belledim.
Hayatın her odacığında çözmeye çalıştım kilidini kelepçemin.
Yoksa yeni rotam yok oluşuma bağlı bir doğum mudur?
Bencilim...
Neyse ki sen de aynı hırstan müzdaripsin.
Baksana!
Durmaksızın dönen çarkın bir dişlisi olabilmek için,
Geri dönüşü olmayan yollara benliğimizi kurban ediyoruz.

Hangi ibadeti boynuma asmam gerekir?
Hangi cehennemin ateşine aşık,
Hangi cennetin suyuna oruçlu olmam gerekiyor?

Henüz gerçekleşmemiş ölümüme aşıksın.
Zira geri dönmüyor melekler opera binasından.
Yoksa son bir tirat mı arzularsın?
Sahnenin benim veyahut dünyanın olduğu...
İlahi komedya...
Farkındasın sen de...

18 Haziran 2021 Cuma

Kesik


Ömrünü, ömrüme telafi ediyorsun.

Hala değmemiştir avuçlarına o kara leke.

Oysaki çoktan gezdirmişti intiharı evsiz bir adam yüzünde.


Basamaklarının azınlığıyım.

En cahili olmam gerekirken bu dünyanın,

Ben gecenin koynunda ateşle bir başımayım.

Mevcudiyetimdi belki de bir balıkçının nefesine,

Veyahut gözlerine sahip olarak,

Benliğimi içkilerle kaybetme uğraşım.


Sıkıştırdığım parmak uçlarımdan akıyorken günler,

Yeniden yaktığım her bir sigaranın,

Eksiltili cümlelerimi öptüğü o anın büyüsünde,

Sihirbazın ta kendisi oluşuma rağmen,

Yine de seyirciyi oynama, yaşama uğraşım,

Ya da gizli antlaşmalara yanlış imzalar atışım,

Getirtemeyecekti o mahzun hayalperestin ince kol düğmelerini.

Ayıplanarak çıkacağım bir ihtimal sahnelere.

Yoksun bir tiyatro sahip çıkacak adıma.

Yürüyeceksin, gerek sokakların gerekse cehennemlerin arasından.

Kanayacak sürdüğün koku umarsızca.

Kör kalacağım...


Sahi kaç kez geçmişti ki çemberinden feleğin bakışlarım?

Az kirletmedi kumulları, bir öksüzün hatırası uğruna.

Yaralı sevdaların kadavralarıyla süsledim bahçemi.

Gerçek her daim öksürecekti avcuma.

Halbuki almıştım çoktan mübaşirlerin canını.

Tek hakimi bir'di aslında yokluğun ya da varın.

Lakin hıyaneti içerisindeydik aklın...


Yabani bir realite adanmışlığına ilaveten,

Sunduğum bedenim, kestiğim bileklerim, akıttığım kanım,

Ben miydim kafiri bu ahval diyarın?

Suçluydum, neyse ki yaşam artık bir fıkradan ibaret...


Rüyalarımın zehrini içerekten,

Yavaş yavaş yürüyordum belki de sehpasına ölümün.

İdamdan ziyade daha çok,

Bir saygınlığı gibi minik bir güvercinin.

Lakin kanatlarımız hiç var olmamıştı ne yazık ki.


Öldürüyorsun, ne acı ki geçersizdi kanunnameler.

Monarşisine karşılık yalnızlığın,

Devrimci yüreğimdi cehennemi hak eden.

Öldürdük tanrıyı bebekleriyle gözlerimizin.

Artık ahiretimiz olmuştu sakladıklarımızın neticesi.


Dağlara karşı suskunum.

Denizlere karşı hırslı,

Göksel betonlara ise öfkeli.

Bir can almak arzusu dolanıyor adeta ruhumda.

Uyku ezip geçiyor omurgamı.

Eğemiyorum başımı saygıyla cadıya.

Gözlerine bakıyorum...


Nefesimi çalıyorsun ki esasiyeti benim fermanımdandır.

Yani, ben yakmışımdır yaza ait sarı otları.

Ben kanatmışımdır yaralarımı.

Öldürecektir elbet bir gün sonuncusu.

Bu yüzden noksandır zaten zaman.


17 Mayıs 2021 Pazartesi

Üst


Puslu bir gençliğin yıkım harflerini,

Sayıkladım bir anın cıvıltısında.

Kurumuş göz kapakların,

Veyahut sönmüş bir ışığın çocukluk hatırasını,

Yaşatmak isteyen, avuç izlerimi oluşturan,

Ahengin yara izleri, ömrümün nice dövmeleri...


Eğrini kırmalıydın lakin kalakalmışsın kendi çemberinde.

Cirit atıyor semazenlerin bahçesinde kutsi acıların.

Var olmayan bir dili kazıyarak sırtına,

Sonsuz armağanlara sunuyorsun mihengini mevcudiyetinin.


Yanık bir gün pusulasına sahipsin.

Ateşlediğin her zamanda fitilini ve çakmağını,

Sen korkuluk misali duran saatinin,

Aktığı kumulları sarmalayan cam zerresisin.

Anlayamıyorsun kazdığın mezarların,

Aslında kimlerin beşiği olduğunu.

Tanı, bu meyus gecenin eteklerinde dolaşarak,

Sana kadehlerce ikramlarda bulunan duyguyu tanı.


Dolaşamıyorsan dahi unutma,

Ellerindir yaratıcın, zihnindir tanrı.

Söküp attın yamalarını gömleğinin.

İşte şimdi göreceksin çığlığını sessizliğin...


Öldürdüğüne gözyaşı dökersen,

Yaşatacağını bulamazsın.

Çarmıha gerildiğin zamandan kalan ellerini,

Sunduğunda aynaya, kapatırsan eğer biz gözünü,

Yeryüzündeki en yalnız korsan sensindir.


Deniz fenerlerinden atlayacak kadar cesur olmana rağmen,

Kumsallardan kaçınıyorsun hem de şaraplar içerek!

Veyahut şahsi tutsaklığını küfrederek!

Oysaki bilebilirdin...

Fakat arayışına engel olanı,

Yanlış yerde arıyorsun.

Çizdiğin haritayı fırlat şu kamp ateşine artık çuvaldız katibi!

En gerçek şeyin ne olduğunu ikimiz de biliyoruz...

Siyah perdelerini dikkatlice siper et,

Aksi takdirde kaybolacaksın...

16 Mayıs 2021 Pazar

Ahir


İnfazını meşrulaştırmak çabasında olan bir cadının,
Korkak olduğu kadar bir o kadar da kirli şapkasının altında yatan gerçeğin,
İbadethanelerime kutsal bir bomba düşürmesiyle,
Yangından mütevellit şahsi terk edişlerim,
Belki de ince işlenmiş gömleğinin bilincimin,
Yargısız anlatış kanunlarına bir demet hüzün armağan etmek istemişti,
Fakat yalnızlık ele geçirmişti hepsini gecelerin...

Nefesim yaşlanıyor adeta bir kumarmışçasına.
Bir ihtimal cehaletimin huzuru getirişi,
Veyahut karanlığın kuyuları eskitişi gibi...
Ve ömür hep benzer yanılgılar, yenilgilerle akıyorken,
Nice hükümdarların yasları boşanırdı gökyüzünden.
Geriye öksüz bir yalan kalırdı sadece.
Kimsenin yüzüne bakmadan labirentler inşa ederlerdi sessizce.

Tüm ani öldürüşlerin gerekçesini boğazlardı tünami.
Henüz doğmamış seslerin ruhunu öperek,
Ya da ölmemişlerin çaresizliklerine konarak,
Yeni var olan yaşam duymazlıklarını, sevdaların sağırlarını,
Bilmecelerin o meşhur cevaplarını fırlatıverirdi önümüze.
Lakin kimse gözünü açabilecek kadar anlamlı değildi fikrimce.

Şimdi ise sıradan bir katilin kanından farksız,
Ama bir o kadar da arsız bir hırs çıkmazıyla,
Sürünüşler sokaklarda, sevişmeler bireysel zamanlarda...
İnkar edemeyecek kadar yabancı,
Kanıksayamayacak kadar da öz.
Geçiyor ve gözyaşımızın hangi toprağa değiyor,
Ya da değecek olmasının geçerli bir hükmü yok.
Çünkü henüz kanamadı kanayacak olan.
Ağlamadı ağlayacak olan.
Sevilmedi sevilecek olan.
Yalnızca bencil olan zaman hatırlanarak,
Meydan okuma cüretini gösterdi insanlık...

 

Bereketidir suyumun çoğalttığı toprak.

Yanık bir ukteden farksızdır bazen zaman.

Lakin kırılmış dalların tümüyle,

Tünami rengini yaratabilmektir içimizde hayat.

Mezhebine karşı gelerekten,

En ağır itirafı sunabilmektir öksüzlüğüne yaşamak.

Kapatmaktır perdeleri...

Işığı düşmanın belleyesin diye değil!

İçindeki koru alıp götürebilesin diye!

Bilinmez yarınlara veyahut korkunun aşkına...


Bir yemini kurban edişimle karanlığa,

Nice yoklukların ahını hapsetmişim.

Bir damla gözyaşı döküşümle yanılgılarıma,

Cahilliğimle en ağır hükümleri giymişim üzerime bir palto misali.


Ki aslında kanatmaktır ömrümü sesimden çalan.

Ki aslında anlamayı istemektir tanrıdan cinayetler işlemek.

En ağır prangamla susturmaktır ayak bileklerimi.

Çalkantılı gecelere yeni bir yaşam bahşetmektir.


Lakin unutulmuştur çoktan Adem'in elmayı neden yediği.

Anlaşılamamıştır şeytanın aslında kim olduğu.

Herhangi bir aynaya karşı geldiklerinde,

Veyahut henüz güneş göğü öpmemişken saçtığı ışık düştüğünde tenime,

Kırılacaklar tıpkı vaktinde hepimizin kırıldığı gibi...

15 Mayıs 2021 Cumartesi

Dilekçe

 

Hükümlerime karşı itirazlarımda,

Ürkütücü bir yabancı dokunuşu zamanın...

Hep ölmek cehaletiydi ya da yaşam kibriydi.

Sona çıkan her basamağı hınçla çıkmamın ardından,

Sarhoş etmekti zihnimi bu tanımsızlığın devası...


Sessizliğe nice mayınlar döşedim,

Biraz da heykeller diktim yalnızlığımdan.

Göremedin, yenik bir yıldızın ömrü gibiydin çünkü.

Yani ben ne kadar hainsem,

Sen o kadar sadıktın karanlığa.

Benzer yıkımlarda armağan ettik tenimizi bakir krallıklara...


Şüpheme insan, öfkeme anne, sevdama karabasan...

Durmaksızın büyüdüm, avuçlarımdaki saati koruyamadan.

Gizli vasiyetlerimi yutamadan cenazelerine katıldım,

Biraz çaresizliğin biraz da hoşnutsuzluğun.

Hangi ses teline aldırmalıydım ki?

Bilmiyorum, ben her daim olmayana inanmıştım.

Niyetlerine barikatlar kurmak hatasından tut,

Gözlerine sonsuzluğu yakıştırma körlüğüne kadar,

Kendim hariç her yaşam formuna aşık kalmışım.


Geceleri saklanmış hikayelerin yaralarına basarak,

Kana kana içerek anlatırdım siyahı.

Yaşamak hırslı, gözü dönmüş bir diktatör gibi.

Ne vakit karşı koymaya çalışsam,

Başka başka intiharlar gömdü göğsüme dünden.

Göğün aslında ne kadar düzenbaz olduğunu,

Varlığımın ne denli bir deliye dönüştüğünü anlatmalıydım.

Lakin artık hiçbir zebaniyi dahi tanıyamıyordum.

Yalnızca akıntısına, rüzgarına şimdinin,

Arada bir kafa tutarak çalmasına izin veriyordum nefesimi.

Delicesine geçti, aşıkmışçasına hissetti,

Katilmişçesine yıktı, tanrıymışçasına ağladı.

Anlamadı...

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Zaaf


Zaman hep kaçtı bizden.
İnandığım, inanacağım kum saatinin hangi an asılacağı önemli olmaksızın boynuma,
Ben her daim öksüz kalmış sahillerde andım adını.
Dilimde, damağımda, kursağımda kalan bir sesi,
Veyahut yılların süregelmesi sonucu yaktığı koru,
O skalanın avcunda mahsur kaldığım anlarda,
Gözyaşlarıma kattım, zamanı yakalamayı dileyerek...

Akrebin iğnesinden daha korkutucuydu yelkovanın gölgesi.
Bir ölüyle sevişirmişçesine dokunduğumda aynalara,
Büyüyordum lakin kaybederek hazinemi...
Belki korsan değildim artık ama,
Denizlere olan susuzluğum sorgulanamazdı.
Ne bir gözü kör bir papaz tarafından,
Ne de çölde yalınayak yürüyen bir bedevi...

Rüyalarıma çarpıyor sesi nefesinin, dizlerimin üstüne çöküyorum.
Bir tanrı hatırası sarmalıyor beni,
Ne vakit düşlesem ormanları.
Ardından ise o balta ve yüzü kıyametimin...
Gözlerin...
Nefesimi...
İnfaz...

Uykumu parçalara bölüp sokaklara atan,
Durmaksızın halihazırda pek fazla olmayan ışığımı,
Yüzüne çalan, o muhterem, kutsi fakat...
Kimdin?
Esirgeme ne olursun yanıtını!

Uğruna bulanan yağmur bulutlarına aldırmadan,
Hafızamı bir şişeye, zamanı ise kayalıklara bırakışım,
Yüreğimi ise kağıda fırlatışım...
Hepsi, hepsi bir ibadeti miydi katibin,
Yoksa günah çıkarışı mı?
Kabul ediyorum!
Artık celladım olamasan da,
Kabul ediyorum...

5 Nisan 2021 Pazartesi

Dua


Bulantımı kusmak istedim göğün çanları altında.

Yeni bir akım bağından geçerken,

Küflü bir zaman kokusu, fakat deşiyordu hala aklımı korku.

Değişiyor...

Her daim odalarıma saklanacak,

Veyahut gözcünün boğazını sıkacak.

Nefes alamıyorum!


Bir boyun eğme mecburiyetinin aksine,

Daha çok bir yemin gibi...

Yani, itaatkar bir hamam böceğinin fısıltıları nasıl duyuluyorsa,

Zırhının sardığı günahlar nasıl eziliyorsa,

Güneşi kurutan, riyakar bir yemin gibi...

Çoktan zehirledi içtiğim suyu,

Deştiğim teni, yokladığım ruhu,

Bir de hayat mütarekesini...


Kanayan bir eğri sökülüyor düğmelerimden.

Yaşım zengin, sonsuzluğum aksi.

Ne vakit kanatacak beni şimdinin ahengi?

Meçhul, tıpkı diğerlerinin varlığı gibi...

Keşke bir mum misali erimese!

Edeceğin her hakaretin ünlemi olmaya razıyım!


Kaynar sular cemiyetinin parmakları kırık tek üyesiyim.

Bir imza atılacağı an tanımsız soykırımlara,

Ben çürümüş ahşap kulübelerde ateşle bir başımayım!

O denli cüretkar, o denli öfkeli ki,

Henüz doğmamış yıldızların biricik cücesiyim!

Emirleri ben vermiyorum...

Bir ihtimal yeniden bir isyan sonucunda ele geçirilecek alıcı merkezi.

Konuştuğun dili unutma çuvaldız katibi!


İzmaritsel dokunuşlarla çiziyorum portresini külün!

Yıllanmış şaraplar alıyorken kuruluğunu dudaklarımın,

Kendimin dahi tanıyamadığı, öz bir duygu yaratıyorum.

Çimentosu, temeli ve sigortası olmayan,

Hala o meşhur başkentin sarayında kalarak,

İnancımın avcunu ısırıyorum, madalyonlarımdan bir kadeh üreterek!

Başım dönüyor...

Neyse ki yeryüzü artık mevcut değil.


Anımsıyor olmanın pek bir getirisi yok.

Zaten bir çizelgesi olmamalıydı ömrün.

İlkten sona doğru kayılan eksenler yerine,

Yokluk boyutundan varı tanımak,

Anlamak, bir olmak, imgelerini koluma kazımak,

Bir kurtuluş ümidi gibi gelmekteydi kulağa lakin,

Aslında bilinçli bir seçimdi.

Kararnameme karşıyım!

Bir anlamı olmasa da...


Az kaldı yaşamımın çeyrek bir asrın karşılığı olmasına,

Fakat ben hala etrafımdakilerin neyden yapıldığını bilmiyorum.

Hala tanıyamıyorum özümü.

Kendi bulduğum gayelere dahi tam güvenemiyorken,

Çoğula nasıl emanet edeceğim benliğimi?

Cahilim...

Olmadığım kadar olduğuyum.

Anlamadığım kadar anladığıyım.

Sevmediğim kadar sevdiğiyim.

İnanmadığım kadar inandığıyım.

Ne olursun,

Beni...

Bana...

Lütfen...

12 Mart 2021 Cuma

Ekselans


Ekselansları!
Henüz çıkmamışken göğün gözleri sevdanın,
Kırgınlığın uğultulu, bir o kadar da puslu tepelerine,
Çayırlar akardı ellerimden bir aşık kızıllığınca...
Sinemde söndürürdüm o arkeoloğun keşiflerini.
Ekselansları!
Tamah ettiğim aydınlığa bedel,
Nasıl bir zifirin içinde ağlattın beni?

Günlerden ezilmiş bir sonbaharın,
Geçip gitmiş yazdan, bir veda öpücüğü beklediği,
Henüz gelmemiş kışın tekmelerini, şimdiden rüyalarında hissettiği,
Günlerden yaşam lügatının bir kelimesini dahi bilmeyen,
Bir çocuğun acınası fakat bir o kadar da sevilesi cehaletinin yaşadığı,
Günlerden tanıdık bir şiddetin hükmettiği krallığın, infaz edeceği hain elçilerin,
Kanayan dudakları yazın,
Sivri burunlu ayakkabıları kışın,
İlk ünlemi ve isyanı lügatın,
Sonsuz bir çukuru cehaletin,
Ve de son nefesi elçilerin...
Günlerden biriydi işte!
Her zamanki sağırların bağırdığı bir his fakirliğiyle,
Bir bakışına, sesine veyahut sessizliğine,
İhtiraslı bir sarhoşluk heyecanıyla,
Dilini dahi bilmediği bir sözleşmeye imza attı.
Ve her şey, işte böyle başladı.
Bitmek nedir bilmeyen hikayenin ilk heceleri yankılandı kulaklarda o an...

Ekselansları!
Bir tepsi şerefi, bir damla yabancılığa harcayışım,
Ancak sizin kudretinizi tanıyamamışların bencilliği,
Veyahut benim gördüğüm hayaller yüzünden miydi labirentimin?
Yoksa başka bir ibadet hıncından mıydı?
Ekselansları, o büyük resim kanıyor!
Fırçanız var mıydı?

Yabani bir negatif birlikle,
Ve ayrıca bir yasa delisinin yanıtlarından emin oluşu körlüğüyle,
Meydan okuyordu güneşe günlerden birinde.
Yeşil tahtalara ve beyaz süngülere bulanırdı ezgileri çaresizliğin.
Uykuya hasımca mücadeleler sergileniyorken,
Sayıları her aşışında kısa bir çubuğun,
Sonsuzluğun hayalini kurardı,
Şu ana kadar görmemiş olmasının tezahürü,
Biraz da saklı hüznüyle.
İlk canını aldığı zaman kalemle bir kağıdın,
Yaşı kadar yaş armağan etti yüreğine.
Lakin yaşamın her daim bir hinliği vardı.
Ve o bunu henüz bilmiyordu.
Delillerinden feragat ettiği ilk seferde,
Ölümüne dek dostu olacak kişi olan,
Canavarla tanıştı...

Ekselansları!
Parmaklarımdaki yüzüklerin mücevherlerinin değeri,
Tabutuma kavuştuğumda mı kaybolmuştu,
Yoksa zamanı reddettiğimde mi?
Esirgemeyin yanıtınızı bu çuvaldız katibine!
Ekselansları, dinleyin!
Gökyüzünde şiirler ağlıyor!

Çıkmaz bir anın sarhoş gecesinde, cesur bir süvarinin,
Atına duyduğu güven kadar inanmıştı çarmıhına.
Neticesinde ise şüphesiz ki hırçın notaları piyanonun...
Teşbihin güzelleştirdiği manzaralı ilanların arasında,
Sanki hayata ilk golünü atma ihtimali ve niyeti varmış gibi değil,
Aksine ilk öpücüğüne nail olmanın kanıksanmışlığıyla kraliçenin,
Döküldü gençliği parmak uçlarına.
Dolma kalemine bile sığdıramadı içindeki kıyımı.
Bakışları dört teker üstünde dağılarak gidiyorken,
Gönlüne sunduğu eski serzenişleriyle,
Düşlerdi yaş almış mevcudiyetini, biraz da dahiliği.
Ve ilk kez o an belirdi deliliğin öfkesi.
Perdeler çok kez kapanıp açılmışken,
Suskun bir masada deşiliyorken sırtı satırların,
Çok ömür hapsetmişe benzerdi içine, onların fikirlerince.
Serin dört duvarın arasındaki ufak bir takasın sonrasında,
Girildi ilk ve son kez o çilek bahçesine,
Meyveleri yenilemeden, çayırlara kendisini bırakıveremeden...
Kurak dostluklara adeta bir meze niyetine pişiyorken,
Yokluğuyla tanıştı hem de kendi sayesinde!

Ekselansları!
Vaktinde ettiğim ihanetlerin kutsalıma barikatlar örmüş olması,
Beni bir balta ve de karşılığında ise bir ormanla,
Terbiye etmesinin sebebi miydi?
Kimdi cenneti hak eden?
Yaşamayan mıydı, yoksa uyuyan mıydı?
Ne farkı vardı ki ikisinin de?
Ekselansları!
Başım dönüyor, ne olur var edin yeryüzünü ki,
Bir anlamı olabilsin çakılışımın!

Şüphesiz ki büyük bir kararlılıkla kazıdı duvarlara,
Henüz vizyona girmemiş, günümüzün en trajikomik filminin repliklerini.
Senaristi değildi belki lakin en uygun başrolüydü!
Çünkü bazı anlar yaşanmadan ölürdü.
Çünkü bazı dönenceler henüz düşmeden kötüydü.
Hastalıklıydı yeni doğan günü avcunda sıkıyor olmak.
Lanetinin kendi yazgısı demek olduğunu bilmeden,
Açtı yüreğini göğe ve haykırdı:
''Korkuyorum, hem de çok korkuyorum!''
Elbette barizdi ecele faydası olmadığı.
Elbette seviyordu balıkçı karısını lakin,
Bazen nefret edercesine yalnız hissediyordu.
Tek taraflı bir savaşın zaiyatının çok fazla olmasından ötürü,
İlk ateşkesini imzaladı, yeni yeni öğreniyorken okumayı ve yazmayı...
İlk infazı değildi tabii olarak sesleri ama,
İlk isyanıydı bu sonsuz çekim küstahlığına.
Derken, yeni alınmış bir yılın beraberinde gelen,
Gittikçe eskisinden şiddetli geçen sonbaharın gölgesinde,
Ve iki yan binada, kendi hırkasını kendisi ören baharın bunamışlığıyla,
Nice sınavlar verdi, nice derslerden kaldı içindeki sükuttan mütevellit.
Kaç yıl geçse de hatırlıyor olacaktı,
İdam sehpasına çıkışını, şuursuzca sevişini,
Ve tabii ki de kopartmaktan çekindiği çiçekleri...
Hep geçti zaman, inkar edemeden gelip geçenleri,
Bir de geçemeyecekleri...

Ekselansları!
Sürekli siz mi verdiniz onların ellerine gerekli silahı, teçhizatı?
Siz mi zikrettiniz zamanın adını?
Lağımlarda hala yüzüyor olma ihtimali geliyor bazen aklıma,
Uzun zaman önce dileklerimden yaptığım o ufak geminin.
Ekselansları!
Sizden ricamdır, lütfen konuşun dalgalarla!
Bakın, kendisini denize atan bir adam var!
Bu arada dilini biliyor muydunuz yalnızlığın?

Kaçındığı her ayna yansıması,
Rüyalarda boğazını sıkardı.
Sevdalarının cesetlerinin ağırlığını taşımaktan,
Gözlerinin altı kamburlaşmıştı.
Nice kuyruklu yıldızlar geçti gök kubbenin üstünden.
Nice değerli taşlar gezinmişti satırlarında.
Fakat gece, hep aynı geceydi.
Tanıdık bir karanlığa biat ederken,
Savaşçı doğmuştu eski dolap aralarından,
Ve gördüğü herkesi boğazlayan balkon demirlerinden.
Ve fısıldamıştı kulağına:
''Neye bedeldi yaşamak?''
''Her şeye!'' cevabı ilk yanlışıydı.
Hesabı uymuyordu o meşhur deniz filolarınca.
Ara ara maddelerini okurdu ateşkesinin.
''Nasıl?'' ve ''Neden?'' dercesine...
Bir çizik daha atılmıştı yalnızlığın çetelesine,
Gözcünün kayıp olduğu ürkünç zaman dilimlerinde.

Ekselansları!
Az kaldı cinayetlerimin fosilleşmiş yaratıcılarının gözlerime dökülmesine.
Tanıyor muydunuz meçhulun ya da kayıtsızın yarattıkları yolları?
Daha basit bir soru sorayım:
Emin miydiniz yaptıklarım ve yapacaklarımdan?
Ekselansları!
Usulsüz ve sanrılı gece doğumlarında,
Sürekli bir intihar kokusu alıyorum!
Gerçekten bu haksızlıklarla dolup taşmış dünyanın akıbeti,
Veda buselerini atlattıktan sonra,
Kendisini denize atan o adamın aşkından mı ibaretti?

Günlerden birinin sonu gelip, bir anka kuşu misali yeniden doğacak olduğu,
O şüphe varsayımlarından birkaç zaman çizelgesi önce,
Yeniden, yeniden kutsal bir cinayet işlendi,
Yüreğinin karanlığı kadar aydınlığı bol olan başkentinde.
İçilmiş sigaraların dumanlarının güneşi yok saydığı,
Bir güz anında ilk fermanı okundu bu inadın,
Belki de ölmeyen umudun ve de kıvanç dolu bir hüznün...
Feleğin çemberlerinden hep geçmekle savaşıyorken,
Çaresizliğin en keskin kılıç olduğu öğrenildi.
Önce elleri feda edildi, sonra dili kesildi.
Yürekse yalnızca isyan etti ufak bir aşık haklılığıyla.
Dünyanın kendi etrafında dönüşünü tamamladığı her an,
Nice volkanlar, denizler, okyanuslar keşfedildi.
Nice oteller, evler, bağlar ve bahçeler inşa edildi.
Nice cennetler terk edildi, bu cehennemin ateşinde yanmak arzusu uğruna.
Ve yanıldı da...
Sonsuz cümleler nakledildi sessiz dizelere.
Lakin ayaz dolu hasta bir gecede,
İkinci bir ferman daha okundu adına.
Çelişkileri kadar açıktı şartları ve sonuçları.
Yani ne kadar ölümcülse sevdanın yaldızlı gece yarıları,
O kadar alev doluydu hiçliğin ayrık yıldızları.
Fakat yoktu elinde pusulası.
Anlamıyordu da astronomiden.
Bilirsiniz neredeyse her şeye aşık olan bir insan,
Aşık oldu mu ölüme
-Ki aslında bu yalnızca bir felsefeydi-
Gittiği yolun, gideceği diyarın bir anlamı olmazdı.
Lakin bu durumu diğerlerinden özel kılan tek bir husus vardı:
O da celladın doğacak olmasıydı...

Ekselansları!
Gittikçe daha da yaklaşıyorum size, hissediyorum!
Lütfen bana orada uysal bir pozitif birliğin olduğunu söyleyin!
Yabancı kaldığım zamanlarda bu lisanın,
Ben hep kendi dilimi yaratmakla uğraştım.
Ekselansları!
Bir şairin ölümü yazdığı satırlarda başlıyorsa,
Söyleyin, kaç kez hakkımı helal etmem gerekir ruhuma?
Kaç kez ''Helal olsun!'' diye bağırmalıdır ışığım?

Bir deniz kenarı veyahut bir apartman dairesinin tavanı seçildi.
Ardındansa başladı kusmaya saflığını.
Bir not bıraktı ardında kafeslerden bahsederek,
Anahtarı dolabının içine saklayarak.
Aydınlığı ise tahakküm etti içindeki boşlukla.
Kırmızı bir şarabın kutsadığı sahil kenarı,
Ve dar sokakları aşarak birkaç damla gözden düşen yaş,
Ve peşi sıra yakılan sigaralar...
Ayrı bir manifestoydu.
Fakat kimse açmıyordu televizyonunu, radyosunu...
Düşe bağ armağan edildi.
Soğuk bir gösteride tükenmek ancak şarapla düzeltilebilirdi.
Yani içmek, üşümek, izlemek ve kanıksamak,
Günümüzde tanrının da gerçekleştirebileceği bir eylemdi.
Aksi taktirde anlamı olmazdı yarattığını sınamanın.
O zaman açığa çıktı peygamber.
Zamanı gelmişti kendi elleriyle başlatacağı kıyametin...
Çok duygular feda edildi, çok gecelerde ise,
Dualar ve küfürler edildi uykuya karşı direniliyorken.
Sanılanın aksine uzun sürdü tüm bu yıkım işleri.
Öyle ki etkisi geçmek nedir bilmedi.
Var olmak ne demekmiş işte bu zaman öğrenildi.
Yeni bir lisan yaratma, yaşama, yarayı sarma çabaları derken,
Her daim aynı dilek, aynı hezimet hakimdi...

Ekselansları!
Siz hiç bir şiiri bir şair olarak sevdiniz mi?
Dizelerini kazıdınız mı kollarınıza?
Veyahut yeni cümleler eklediniz mi düşlerinize?
Bir insanın hatıraları ağır gelebilir mi vücudundan?
Ekselansları!
Bilincimin gömleğini yırtıyorlar!
Dikiş biliyor muydunuz?

Sıfır noktasına açılan kapıdan geçmek için,
İnsanın ilk önce kendisine düşman olması gerekiyormuş.
Yani biraz alacak-verecek kavgasını etmesi gerekiyormuş yukarıdakiyle.
Ve tüm bu uzlaşma sürecinde,
Vaktinde verdiği sınavların yeni müfredat versiyonuyla,
Tekrar yanıtlar aramaya başladı.
Kimsesizler Masası'nda da içildi.
Kumarbaz ve kraliçenin anlaşmazlığına binaen,
Ulvi bir kargaşanın içinde kelepçeler de çözülmeye çalışıldı.
Fakat vaktinde yazılmış olan vasiyetin gereği yerine getirilemedi.
Çünkü insan ancak bir kere unutabilirdi.
Lakin tekrardan çalındı mı zili o kapının,
Gerisi yalnızca var olmayan bir yağmur yüzünden,
Gök gürültülerinden saklanıyor olmak demekti.
Yani yakalanılamayan bir ışığı,
Tüm gün boyunca bir fenerin içine hapsetmeye çalışmaktı,
Çoktan göçüp gitmişlerin doğum günlerini kutlamak.
Bir tapınağa sahip olsaydı o zamanlar, yalan söylemezdi.
Çok yalan söyledi, hem de o denli fazlaydı ki,
Kendisini zirvedeki duyguların efendisi zannetti.
Halbuki yaşam severdi insanı ortadan ikiye ayırıp,
Ayrılmış iki parçayı da birbirine düşman etmeyi...

Ekselansları!
Sesimin kudreti düşüyor omuzlarımdan, yanan her ceylanın ardından.
Kelimeleri hapsedemiyorum zindanlara.
Muhtemel bir isyan söz konusu.
Merak etmeyin bu sefer sizden bir şey istemeyeceğim.
Ekselansları!
Yalnızca, günü gelecek ve ben de,
Vaktinde sizin sahip olduğunuz şerefe nail olacağım.
Aramızda olacak olan tek fark ise,
Ben sizin aksinize konuşuyor olacağım.

Fermanların okunma sebebinden uzak diyarlarda,
Zamanı alkolle idare etme çabaları karşılık bulamamıştı.
Geleceği hesaba katmadan, gördüğü her yokuştan yuvarlanmayı,
Yaşadığı her adaletsizlikten bıkmasına rağmen,
Kendi yalnızlık köşesine çekilerek,
Bir ömür boyunca külleşmeyi göze alarak,
Birçok kez benliğini akıttı beyaz sayfaların hanedanlığına.
Kralın sağ kolu olarak girdiği saraydan,
Vatan haini olarak çıktı.
Ne destanlarda anlatıldı savaşları,
Ne de saray kitabelerine işlendi mahzun çığlığı.
Kendi kendisine öğrenerek lügatı,
Yeni kelime darcığıyla, okuyucusundan yoksun şiirler,
Alıcısından yoksun mektuplar yazdı, hem de en imkansız olanlarından!
Yırtık defter sayfalarına ise inzivaya çekildi sonra tercümeleri.
Okumalıydınız...
Çetelesine yine bir çizgi daha ekleyerek izledi tüm olan biteni.
Bir gün çok içten bir şekilde şarkı söyleyince bülbüller,
Tekrardan akıverdi kabullenişi mahmurluk göstergelerinden.
Çünkü hayat kısa değildi, çektiğimiz ve çekecek olduğumuz acılar uzundu.
Ara ara kapısı çalındığında ise kraliçe tarafından,
Kapıyı açar sonra yüzüne dahi bakmadan kapıyı suratına çarpardı.
Maksadı günah çıkartmaktı boyun eğdikleri anısına.
Bazı münakaşaların ardından bir şömine yakılırdı.
Kimisi ısınırdı, kimisi ise aydınlıktan şikayetçi olurdu.
Bir vapur kalkardı yatağından Burgazada'ya doğru.
Hiç binememişti o vapura, sadece düşlemişti.
Bilmek de istememişti zaten gerçeğini.
Hepimizin bir kavgası vardı hayatla.
Bazıları karanlığın içindekilerle,
Bazıları hayatın içindekilerle,
Bazıları ise zırhının içindeki yaralarla kavga ederdi.
Onun tek arzusu ise yalnızca bir iki cevap,
Ve tabii ki de intikamdı.
Derken kader çizgisi masalara döküldü.
Gerisi artık elinde değildi,
Fakat kısa süreliğine...

Ekselansları!
Eskiden yandığım ateşlere dokundum bugün.
Nasıl ağlıyordum görmeliydiniz!
Bir zürafa kadar sessiz bir şekilde,
Sanki araftaymışım edasıyla,
Var olmayanı yok etmeye çalıştım, hem de aşk umuduyla!
Görmeliydiniz...
Ekselansları!
Bahsi geçen özgürlük bilmecesinin cevabını biliyor musunuz?
Yoksa siz de mi hayatı yeraltından yaşayanlardansınız?

Bir aziz olamadı belki lakin işlenilen her günahın ardından,
Bilekleri bağlı meleklerin şarkı söyledikleri zamanki kadar,
Toprağa sunuyordu, topraktaki tohumlara sunuyordu gözyaşlarını.
''Bir insan ölümden korktuğu halde nasıl mezarcı olabiliyordu?
Bir insan öldürmekten nefret ettiği halde nasıl seri katil olabiliyordu?
Bir insan karanlıktan nefret ettiği halde aydınlığı nasıl terk edebiliyordu?
Ömrün hep dikenli bir kırbaçtan farksız oluşuyla,
Deşmeye devam edişi, bir iki yanıt kırıntısı uğruna...
Nasıl mümkün oluyordu?
Nedendi yeryüzünü krematoryumlara kurban etmekteki öfkemiz?
Ve nedendi dilini dahi bilmediği halde imzaladığı sözleşmeyi,
Artık dilini biliyor, lügatı okuyabiliyor olmasına rağmen,
Devam ettirmek istemesi, bu yoğun arzu, özlem ve kıyamet,
Nedendi!?''

Ekselansları!
Çanlar benim için çalıyor, duyuyorum.
Son bir anıt dikiyorum başkentime.
Birkaç tane de çelenk bırakıyorum.
Ekselansları!
Enerjimizi, uğruna feda ettiğimiz bu boşluğun,
Tercihi bizden yana mı olacak?
Yoksa adeta şarapnel parçaları misali,
Dağılarak yere mi düşeceğiz?
Ekselansları!
Gözlerimi açamıyorum!
Karanlıktan değil, seçkini göremeyecek olmaktan korkuyorum!

Bulutların boyunlarına halat geçirebilen duvarların arasında,
Mutlak bir hakimiyet telaşıyla,
Tekrardan yine aynı sokaklarda yürüyordu.
Sözleşmesine itaat ederek kızartacaktı yüzünü sevincin.
Acının mübaşir olduğu davalarda, mahkemelerde ise,
Yargısız infaza kurban giderek,
Müebbet hapis cezası alacaktı sevdalardan.
Ne yazık!
Aşkın en sıcak, yalnızlığınsa en soğuk olduğu,
Çetelesine bir çizginin daha eklendiği o kışta,
Vaktinde sonbaharın yediği tekmeleri yeme sırası bu sefer ondaydı.
Baharın ördüğü hırkayı giyemeden,
Ardında bırakmıştı ilk yaratıcısını,
Ya da o en azından öyle sanmıştı.
Kurtulamayacağı aşikardı lanetinden.
O da bu yüzden bırakmıştı kendisini,
Rüzgara, akışa ve de insanların hafızasına.
Özgürlüğü sığdı fakat en azından ellerine çiviler çakanı yoktu.
''Demek ki böyle olacakmış.'' diyerek yudumlar aldığı içki şişesine baktı.
Kimsenin bilmediği bir dille mektup yazdı.
Yazdığı mektubu o şişenin içine koydu.
Ve bıraktı acılarla özdeşmiş olan mavi katillere.
Ve bağırdı:
''Hayatım boyunca kendimle savaştım.
Savaşıyorum da savaşacağım da!
Umarım günlerden birinde küçük dostum,
Ona ulaşırsın çünkü bizi ancak o anlayabilir!
İyi bak kendine!''

Ve günlerden birinden ilkini hatırlayarak,
Bir sigara daha yaktı.
Önce on dokuz yaşına ağladı.
Sonra kalan yıllarına.
Sonunda ise onsuz kaldığı ve kalacağı zamana...
Ve gitti, gidişi o denli ağır ve kararlıydı ki,
Kendisini duymayacağını bilerek,
İlk ve son kez ekselansları konuştu:
''Varlığına bir gaye bulmak adına,
Sonsuzluğa ulaşman huzuruyla,
Seni selamlıyorum, parçam, nefesim, ruhum...
Renginin ait olduğu her bir mekan kırıntısında,
Ömrünün nice selamet dolu ışıklı anlarında,
Sen bir yıldız ömrünü tanıdın, yaşadın.
Ve korkma,
Karanlık ancak onu anlayamamışların korkması gereken bir şeydir.
Lisanına yabancı kaldığın günümüz proletaryasında,
Aydınlığının üstesinden geleceği daha nice kararlar,
Seçimler ve savaşlar olacak.
Senden temenni ettiğim yegane tek şey ise,
Kendi kutsalına ihanet etmiş olsan dahi,
Bırakma!
Sen bensin!
Ve bense,
Senin hazinenin bilincine yansıdığı,
O renksiz ışığım!
Ruhunum, bağınım, var oluşunum...

9 Şubat 2021 Salı

Kutsal


Yangınlara doğrulttum suyumu.

Bencilliğimi kör ettim aynalarda.

Günlerden sisli bir ayaz yıkıntısı...

Ruhumu ele geçiren yersiz bir yabancı...

Lakin tanınır kimsesizliğin başkentlerinde.

Veyahut alacaklı sevdaların ürkek aşıklarınca...


Sessizliğine armağan ettim kıyametlerimi.

Bilinmiyordu...

Hangi yakamı hangi elin tuttuğu,

Hangi acının beni hangi zindanlarda soyduğu...

Bilinmiyordu fakat ömrüm bu sorulardan ziyade,

Yoksunluğa karşı bir isyan başlatma arzusundaydı.

Tek bir harfine karşılık,

Sonsuz cümleler kurdurmayı göze aldıran,

Bir korku haliyle, yalnızca bir isyan başlatma arzusu...

Yanan tüylü kanatlar, kırılan zamanlar,

Bir miktar da gözyaşı...

Neticeleriydi bu gizli öğreti çığlığının.

Lakin hak tanınmadı, tanınamadı...


Ayrı galaktik cehennemlerde,

Yüreğimin günahkarlığıyla boğuşmaktan oluşmuş gözlerimdeki dağlarla,

Kendimce ufak bir kaşif yalnızlığına sahipmişim.

Bunu; benliğimi dinliyorken, sigaramı yakıyorken,

Kraliçeme yakınıyorken, kuyumcuları unutuyorken,

Bazen de bir salyangoz özlemini çekiyorken anladım.

Cahil kalmak istedim...


Portrelere çarptığımda bir kadeh şarabı,

O duru güzelliğe ithafen alınan kısa bir nefes,

Belki de tanrıya karşı alınmış bir galibiyetin zafer sarhoşluğu,

Ve nihayetinde kendisi aşağıya bırakan,

Yılların sürmeli sükuneti...


İhanetimi buladım karşımdaki mihenk taşına.

Toprağımı tanıyamadım, ardıma bakmadan kaçtım.

Bakiydi, vedaların arasına gizlenmiş antikaları yaşam sözlerinin.

Yakılmalıydı, bu ketum mezarlığın esas yaratıcıları.

Avcuma saklamıştım geleceğin doğumlarını.

Uykuma dağıttım sonra onları.

Kabusların prensine dönüştüm hemen ardından.

Hala yakıyorken aydınlık nabzımı,

Hala geziyorken sokaklarımda fötr şapkalı kendini bilmez bir hırsız,

Nice güneşler çaktım tenime bir çivi mahiyetinde,

Bir ihtimal saklı sözlerin yürek gölgesinde.


Ve hep böyle devam etti.

Ediyor da edecek de!

Dönüyor çark durmaksızın,

Yerinde çakılmışların hüznüne bakmaksızın,

Mevta olmuş çabaların ahı kalıyor kirimin sinesinde.

Münafi bir tapınak inşa ediliyorken göğsümde,

Ben hep zamanın isimlerini zikrettim.

Özümce olan inancımı parçalara böldüm,

Bazen yirmi dörde, bazen altmışa...

Fakat hep ''o'' anda karşı çıktım tenime.

Yakmak istedim tümünce kanıksanmış aciziyetimi.

Unutmak istedim olasılıkların perspektifini.

Çünkü, bulmak sanrısıyla hiç ettim kumulları.

Yara bere içindeyken bile ayaklarım,

Ben o ormanlara doğru koştum umarsızca,

Bir salyangoza yenilmiş olmanın korkutuculuğu,

Veyahut bir salyangozu yakalamış olmanın doğuracağı sevinç yüzünden...

4 Ocak 2021 Pazartesi

Rüya


Korkunun yuttuğu nefeslere kurban gitmiş olmak hüznüyle,

Aldığım yudumlar, içimde söndürdüğüm izmaritler,

Ağlamaklı gözlerime aldırmaksızın geçen zaman,

Ve daha birçok ölüm kırgınlığıyla,

Kendimi adeta bir şişeye harcayışım,

Bardak kırıklarına hınçla basışım,

Hepsi, hepsi bir özür dileyiş, ayrı birer veda mektubuydu,

Kendimin dahi okumayı bilmediği,

Duyguların ise kendisini ilelebet saklamak istediği...


Vicdanımın sıkıyor boğazını eylemlerim.

Hep aynı ateş saklanıyor öksüzlüğüme.

Benzer bilmeceler ve tanıdık labirentlerle,

Şimdiyi bir kenara fırlatmasını izliyorum ruhumun,

Dikkatlice bakıldığında bir vasiyetin tünediği gözlerimle.

Oysaki çoktan anılmıştı kanımın boşaldığı sahillerde,

Edilmiş yeminlerin çürüttüğü yarınlar.


Uçsuz bucaksız okyanuslarda bir ses bekleme çaresizliği...

Durmaksızın yeni doğumlardan kaçmak haklılığı...

Belki de öldürme ve ölme çilesi...

Bir ihtimal olgunluğun yıkımıydı fakat,

Gök gürültülerinden dahi korkan bir çocuğa sahipken içim,

Mümkünatı yoktu benliğime değer biçmemin.

Yalnızca kısa bir süreliğine,

Acımasızca yakmak, kahkahalarla yanmak,

Ve de kendi külüme muhtaç kalmak vardı...


Sararmış her resimciğin ellerini tutarcasına,

Geçmişi çalmak lakin azametine esir düşmek saklı sözlerin.

Cahiline dönüşmek şahsi hissiyatların.

Öylece yutmasına izin vermek.

Sükuta boynunu eğerek,

Son darbenin indirilmesini beklerken,

Geçip giden her bir an kırıntısında,

Boğulmak, boğulmak ve yeniden yaşamak...


Halbuki dünden dahi hazırdı yeni yetme intiharlar.

Bazı kimsesizlerin ellerine emanet edilen merhameti,

Yüzümü görmekten korktuğum aynalar fısıldamıştı.

Esas katilin ben olduğunu bilme zayıflığıyla,

Çok sert gecelerde bilincimi kovma çabalarım,

En acımasız krallıklarına göndermişti evrimimi.


Bir gardiyan misali birçok sözü mahzenlere hapsederek,

Bu tekdüze dünyada hayatta kalmıştım.

Sahi hayat denilebilir miydi sadece nefes almaya,

Veyahut henüz düşmemiş olmak bir mezara?


Farkında olmadan silahlar verilmişti ellerime.

Cümlelerime bombalar yüklenmiş,

Gördüğüm her aydınlığa ise nice mayınlar dizilmişti.

Bilmeden kaybetmiştim uzuvlarımı.

Boynuma kaç madalyonun asılmış olması anlamsızdı.

Hepsini eriterek o müdavim yaşamın alevinde,

Bir hançer yaptım kendime, 

Nerelerde kaybolduysam ortadan ikiye ayırdım her yeri.

Çünkü bazen insan, unuttuğunu dahi unutmak isterdi.

Çünkü bazen insan, gördükleri yüzünden görmediklerine zulmederdi.


Hayatı hep yabancı bahçelerin çiçeklerinde arıyor oluşum,

Kendi içimin bile kurak oluşundan,

Duygularımın ise erozyona kurban gidişinden midir?

Yoksa bir hediye mi aramaktayım yanışıma?

Öfkenin örsünde indirdiğim her bir darbede,

Sanki içimden kopan bir damla aşk,

Lakin var olmanın karanlığına ihtiraslı bir aşk!

Dövdükçe kılıcımı, kaybettiğim insaniyetim,

Adeta bir kabusa dönüşüyor.

Ve ne yazık ki ne kadar arzulasam da,

Açamıyorum gözlerimi, alışmışım karanlığa.

Alışmışım kötü ve çirkin olmaya.


Nasıl olduğunu bilecek bir yaştayım ama,

Nasıl sonlanacağını tahmin edemediğim bir andayım.

Aramak için çıktığım her yoldan geriye dönüşüm,

-Kendi öz karanlık inancımdan mütevellit-

Benliğime karşı gerçekleştirdiğim büyük bir ihanet demekti.

Unutulmayacaktı kitabelerimin arşivlerinde,

Cesaretimi elimden alan bulmak korkusu.

Ben okumayı dahi unutsam,

Onlar her gece fısıldayacaklar kulaklarıma.

Kendimden nefret edeceğim...


Aynı sokaklardan geçiyorken adımlarımı hızlandırırsam,

Bil ki en ağır küfürleri ederek kaldıracağım başımı.

Hürriyeti suistimal eden kalabalıklara kurban gitmemek için,

Yeryüzündeki en hasta, en deli ve en acımasız adam,

Ben olacağım!

Keşke olmasaydım diyerek,

Kendimi soğuk gecelerde kaybedeceğim...


Durağan salkımlarda hatıralar toplanıyorken,

Ezilen her bir gaye dönüşüyorken bir şaraba,

Sarhoş olacağım her gecede atacağım çığlıklarım,

Böylesine harcanmış bir ömrün selameti içindi.

Çünkü ancak o vakit kayıtlara geçerdi,

Faili meçhul cinayetlerimin meleği.


Yani büyük bir acımasızlıkla öldürüldükten sonra dedektifler,

Açlıkla terbiye edilmeye çalışıldıktan sonra arsızlığım,

Dayanamadı polis ekipleri kapılarıma.

Mahsur kaldığım, korktuğum koridorlarda,

Sonsuzluğu beklemek ümidine yenik düşmüşken,

İntiharı sayıkladım masum bir çocuk yalnızlığında.

Söz konusu olamazdı tabii olarak yaradılışın meyvesi.

Ne de olsa uzun bir zamandır yasaktı huzurun dengesi.

Yeni bir fidan dikmeye çalıştığım her bir anda,

Hep bu yüzdendi ellerimin kesilişi...


İnkar ettiğim her yüce duyguya,

Ayrı bir tezahürle, buruk bir karşı gelişle,

Darağaçlarında sallandı şefkatin nice yıldızları,

Beraberinde ise sevdanın yaldızlı gece yarıları...

Bitkin düşmüş aşıkları göz kapaklarımda gizledim.

Yabancısı kaldığım tavernalarda,

Kendime en sert içkiyi ısmarladım,

Kör bir ozanın dileklerinin gerçekleşmesi inceliğiyle.

Zincirledim yenik düşmüş, uğultulu yalnızlığımı.

Bir kez daha dokunamadan o çayırlara...


Kulağımda hep aynı çınlama...

Bilekleri bağlı meleklerin sitem dolu gözyaşlarıyla,

Yanmış mevcudiyetimi yıkama telaşı...

Ardındansa başarısız olma suçluluğu...

En sonundaysa kaybolup gitmek belirsizliğin cehennemine...

Lakin gidememek, yaratıcısının ben olduğu çorak topraklarda,

Birkaç damla yağmur için göktekine yalvarmak...

Cevap alınamadığında ise,

Kadehlerden boşanan mücevherlerle,

Ağrılı bir o kadar da sonsuz bir uykuya kucak açmak...

Ve öylece bir daha uyanamadan,

Küfretmek karanlığa, düşmanın bellemek zamanın -dı ve -mış eklerini.

Ki tekrardan okunmasın şarkılar.

Tekrardan açılmasın çiçekler mezarımda.

Yalnızca kalakalsın varlığım yokluğun aynasında.

Bir daha da ortaya çıkmasın...