26 Ekim 2020 Pazartesi

Zihin


Karanlığa bakir bir kum saatinin,

Zamanın kalbine bir bıçak saplamayı en çok istediği anda,

Tüm sözler mekruh, yaşamsa hep günahkardı.


Dağların sonsuzluğu, göğün ağlayışı,

Dalaverelerle dolup taşmış dünyanın borç harç telaşı,

Belki de için için kan ağlayışı...

Benzer cevaplardı lakin ömür dikenli bir kırbaçtan farksızdı.


Kanamanın nüksettiği verem sevdalarına,

Bir intihar nefesi, kırgın bir sigara izmariti hediye ederek,

Veyahut kanlı bir mendille yalnızlığımı silerek,

Taburcu ettim kendimi en ağır tımarhanelerde.

Delileri öldürmüştüm.

Belki de kendi kendimin peygamberine dönüşmüştüm.

Yani, kutsalımdır geceleri ağlayan göğün gözleri.

Yani, ihanetimdir karşı gelişim sürreal bir esir çığlığına.


Işığıma yabancı, lisanıma küstah...

Böyle mi söylenecekti,

Ruhlarımızın uykuya en çok yaklaştığı anda,

Nefesimizi bizden çalan,

Hep bir ağızdan konuşurken,

Rüyalarımızı kara kutulara hapseden,

Kum tanelerini ceplerimize doldurmamızın neticesi?

Yoksa çoktan kapatılmış mıydı gözlerimiz?


Bir kış gecesi...

Aşkın en sıcak, yalnızlığınsa en soğuk olduğu,

O alışılagelmiş şüphe varsayımlarında,

Duvarlara kazınmış çaresizlik ezgileri...

Size söylemekteyim!

Bilmiyordunuz siyahın beni neye benzettiğini,

Hangi vazifelerime ihanet ettiğimi...


Kumarbazın ellerinin sıcak olduğu söylenildi hep,

Kraliçeninse tek gerçek olduğu.

Nüfuzlu bekleyişlerin var ettiği kıyametleri ya da çıkardığı isyanları,

Bu gibi yanılgılarla hapsettim ömür sayaçlarına.

Vadem çoktan doldu benim lakin ben zamanın ta kendisiydim...

Yoğurulamaz, koparılamaz bilinç salkımlarında,

Nihai cenazelerin o bembeyaz kefeniydim.

Fakat aynı zamanda da duvarlarımın esiriydim...


Adım adım işlenilmiş yıkımların,

Büyük bir sabırla budanmış yalanların,

Devasa tokmaklı ağlayışların,

Bir ihtimal ahengimi boğan kalabalıkların arasında,

Hiçliğin azametiyle boyun eğdim yangınlara.

Özgürlüğe açtım kanatlarımı.

En yüksek dağına çarptım yokluğun.

En derin kuyusuna düştüm o lanet kuruntunun.

Kamburlaştım, sürekli bu yalnızlığı taşımaya çalıştım.

Sonrasında ise hep kendimi suçladım.

Oysaki ben var olmamış duyguların cıvıltısıydım.

Lakin ne yazık ki kendime karşı dahi sağırdım.

Duyamadım, duyamadım...

Duyabileceğime hiçbir zaman inanamadım!

Dilhun


Son cıvıltılarıydı, kırılmış aynalarla kaynayan koridorun.
Nüfuzlu işlemelerin söküldüğü halılara basan,
Ben değildim.
Parça parça süzülür kırgınlığı yaşayışın.
Bir damla şaraba susamış,
Bir anlık gündüze razı.
Lakin hali hazırda yaratılmış ahenge yasaklı.

Bilinç sarmalından başlayıp,
Karanlığın labirentine doğru açılan kapıyı açan,
Ben değildim.
Korkularım yansır penceresinden gün doğumunun.
Yavaş yavaş gösterir yüzünü yalnızlığın.
Ne tanıdık bir ses,
Ne de kısa bir huzur uykusu.
Ellerim kirleniyor, akan su yok.
Meşaleler söneli çok oluyor mağaralarımda.
Ürkütücü bir telepati,
Bencilliğin damarına basan,
Bir vurdumduymazlık coşkusu,
Kimsesiz bir empati...

Git gide hızlanıp, anılarımı bir sandığa hapseden,
Anahtarlarını da bir kuyuya atarak yüreğimi mühürleyen,
Bir kurallar zinciri, boyun eğiş mecburiyeti...
Acımasız gökdelenlerin arasında, bayrağını yırtan özgürlüğün,
Ben değildim.

Şimdi ise bir menekşeden farkı kalmamıştır.
Ormanlar kül oldu.
Son çığlıklarını attı ağaçlar.
Son kez bakışlarını bıraktı bülbüller.

Yüreğimden akan bir damla sızı,
Yerleri umursamadan kirleten,
Ben değildim.
Kana kana içmek arzusuyla yanıp tutuşurken,
Ateşim yakamayacak kimseyi.
Yardım ekipleri dayanmayacak kapıma.
Ben sonsuzluğu bekleyeceğim...

Kalelerim kuşatma, evlerimse bombaların altında.
Bu mazlumun haykırışını duyan yok!
Herkes sağır yabancı acılara.
İş tanıdıklara geldi mi, hepsi küstah.

Bu merdivenleri yıkıp, molozlarını pazarlayan,
Ben değildim.
Duvarlara asılmış yalnızlığın gözleri.
Ne zaman acısa içim, keserler nefesimi.
Bağı çözülür dizlerimin, gerisi hep aynı hikaye,
Umutla başlayıp, ölümle biten.
Ankayı yaktılar, yeniden doğamadan,
Zamanı ise infaz ettiler.
Tıpkı diğer tüm canları yakışları gibi...
Tıpkı beni karanlığıma terk edişleri gibi...