10 Aralık 2020 Perşembe

Birsam


Hep bilinmeden, adeta bir esir misali ilerledim,

Yüce volkanlara, hain parmaklıklara ve de darağaçlarına...

Meleğimin katilini yutan kara deliklerin,

Kana susamışlığıyla üstünü örtme çabalarım,

Gizlediğim yeminlerin akıbetini,

Bir kafesin içindeyken heba etti,

Ölümsüzlüğe hayran öfke nöbetleri...


Ölü bir ozanın düşüncelerini satma,

Aşkını ise yayma çabasından mıdır bilinmez,

Benliğimi ucuz tavernalarda kaybetme arzum.

Diktatörlüğünü ilan etmiş taşların üstünde,

Bulutlara intihardan bahseden bir zenci baktı yüzüme.

Birkaç damla gözyaşının ardından,

Yanmışlığına ithafen kanlı orkideler fırlattı tanrı.

Meleklerse hiç var olamamıştı.


Zamana aykırı firari sevdaları,

Adres sormadan, kusmak gibi bulma çabası,

Böylesine yaşanılmış bir yalnızlığın,

Son bir isteğinden farkı yoktu aslında.

Yerine getirmiş olmanın nefesiyle bir vazifenin,

Hırçın ulu uyumlarına kurban gidildi.

Çünkü gerçek mağaralarda gizliydi,

Yalanlardan oluşma bir kabusun aksine...

İnkar edilmiş bir kutsalın riyakar tövbesine karşılık,

Bastırılmış bir sancı alamazdı canımı,

Aksine yalnızca ağlatırdı bu merhum hayat duvarını.


Gaddarlığın şükran yemeklerinde,

Devrilmiş yüzlerce kazanda,

Yılların ağarttığı beyaz saçların,

Ve karanlığın çaldığı nefeslerin hürmeti vardı.


Ölürken birbirine bulanan vardiyaların,

Uykuya karşı sitemkar odalarında,

Sükutun başıbozuk ahengi,

Bir cennet çiçeği gibiydi lakin,

Aynı zamanda da cehennemin en kudretli sesiydi.


Paslanmış çukurlara armağan edilen şefkatle,

Evvela fırtınanın sesi kesildi bir halat gibi.

Ardındansa dualar edildi şahsi çaresizlik korkularına.

Hiçbir görüntünün aynı olmadığı aynalarda,

Kendi rengine sadık yansımaya inanmak,

Ne yazıktı ki en büyük hakaretti bahçelerimize.


Yabancı yüzlerdeki acımasız çürüyüş,

Bu densizliğin ceplerindeki yıkılmak şartı,

Kimisine ise gidememek özgürlüğü,

Kalabilmek veremli gönüllerin başkentinde,

Geçip gidebilmek yanından her cinayetin,

Bir vedanın koynunda yanmış ruhumuzun küllerini gözlerimize sürmek demekti.

Lakin çoktan boyun eğilmişti yalnızlığın putlarına.

Çoktan ayrılmıştı ikiye bilincimiz ortadan.

Çoktan mühürlenmişti zamanımız...

26 Ekim 2020 Pazartesi

Zihin


Karanlığa bakir bir kum saatinin,

Zamanın kalbine bir bıçak saplamayı en çok istediği anda,

Tüm sözler mekruh, yaşamsa hep günahkardı.


Dağların sonsuzluğu, göğün ağlayışı,

Dalaverelerle dolup taşmış dünyanın borç harç telaşı,

Belki de için için kan ağlayışı...

Benzer cevaplardı lakin ömür dikenli bir kırbaçtan farksızdı.


Kanamanın nüksettiği verem sevdalarına,

Bir intihar nefesi, kırgın bir sigara izmariti hediye ederek,

Veyahut kanlı bir mendille yalnızlığımı silerek,

Taburcu ettim kendimi en ağır tımarhanelerde.

Delileri öldürmüştüm.

Belki de kendi kendimin peygamberine dönüşmüştüm.

Yani, kutsalımdır geceleri ağlayan göğün gözleri.

Yani, ihanetimdir karşı gelişim sürreal bir esir çığlığına.


Işığıma yabancı, lisanıma küstah...

Böyle mi söylenecekti,

Ruhlarımızın uykuya en çok yaklaştığı anda,

Nefesimizi bizden çalan,

Hep bir ağızdan konuşurken,

Rüyalarımızı kara kutulara hapseden,

Kum tanelerini ceplerimize doldurmamızın neticesi?

Yoksa çoktan kapatılmış mıydı gözlerimiz?


Bir kış gecesi...

Aşkın en sıcak, yalnızlığınsa en soğuk olduğu,

O alışılagelmiş şüphe varsayımlarında,

Duvarlara kazınmış çaresizlik ezgileri...

Size söylemekteyim!

Bilmiyordunuz siyahın beni neye benzettiğini,

Hangi vazifelerime ihanet ettiğimi...


Kumarbazın ellerinin sıcak olduğu söylenildi hep,

Kraliçeninse tek gerçek olduğu.

Nüfuzlu bekleyişlerin var ettiği kıyametleri ya da çıkardığı isyanları,

Bu gibi yanılgılarla hapsettim ömür sayaçlarına.

Vadem çoktan doldu benim lakin ben zamanın ta kendisiydim...

Yoğurulamaz, koparılamaz bilinç salkımlarında,

Nihai cenazelerin o bembeyaz kefeniydim.

Fakat aynı zamanda da duvarlarımın esiriydim...


Adım adım işlenilmiş yıkımların,

Büyük bir sabırla budanmış yalanların,

Devasa tokmaklı ağlayışların,

Bir ihtimal ahengimi boğan kalabalıkların arasında,

Hiçliğin azametiyle boyun eğdim yangınlara.

Özgürlüğe açtım kanatlarımı.

En yüksek dağına çarptım yokluğun.

En derin kuyusuna düştüm o lanet kuruntunun.

Kamburlaştım, sürekli bu yalnızlığı taşımaya çalıştım.

Sonrasında ise hep kendimi suçladım.

Oysaki ben var olmamış duyguların cıvıltısıydım.

Lakin ne yazık ki kendime karşı dahi sağırdım.

Duyamadım, duyamadım...

Duyabileceğime hiçbir zaman inanamadım!

Dilhun


Son cıvıltılarıydı, kırılmış aynalarla kaynayan koridorun.
Nüfuzlu işlemelerin söküldüğü halılara basan,
Ben değildim.
Parça parça süzülür kırgınlığı yaşayışın.
Bir damla şaraba susamış,
Bir anlık gündüze razı.
Lakin hali hazırda yaratılmış ahenge yasaklı.

Bilinç sarmalından başlayıp,
Karanlığın labirentine doğru açılan kapıyı açan,
Ben değildim.
Korkularım yansır penceresinden gün doğumunun.
Yavaş yavaş gösterir yüzünü yalnızlığın.
Ne tanıdık bir ses,
Ne de kısa bir huzur uykusu.
Ellerim kirleniyor, akan su yok.
Meşaleler söneli çok oluyor mağaralarımda.
Ürkütücü bir telepati,
Bencilliğin damarına basan,
Bir vurdumduymazlık coşkusu,
Kimsesiz bir empati...

Git gide hızlanıp, anılarımı bir sandığa hapseden,
Anahtarlarını da bir kuyuya atarak yüreğimi mühürleyen,
Bir kurallar zinciri, boyun eğiş mecburiyeti...
Acımasız gökdelenlerin arasında, bayrağını yırtan özgürlüğün,
Ben değildim.

Şimdi ise bir menekşeden farkı kalmamıştır.
Ormanlar kül oldu.
Son çığlıklarını attı ağaçlar.
Son kez bakışlarını bıraktı bülbüller.

Yüreğimden akan bir damla sızı,
Yerleri umursamadan kirleten,
Ben değildim.
Kana kana içmek arzusuyla yanıp tutuşurken,
Ateşim yakamayacak kimseyi.
Yardım ekipleri dayanmayacak kapıma.
Ben sonsuzluğu bekleyeceğim...

Kalelerim kuşatma, evlerimse bombaların altında.
Bu mazlumun haykırışını duyan yok!
Herkes sağır yabancı acılara.
İş tanıdıklara geldi mi, hepsi küstah.

Bu merdivenleri yıkıp, molozlarını pazarlayan,
Ben değildim.
Duvarlara asılmış yalnızlığın gözleri.
Ne zaman acısa içim, keserler nefesimi.
Bağı çözülür dizlerimin, gerisi hep aynı hikaye,
Umutla başlayıp, ölümle biten.
Ankayı yaktılar, yeniden doğamadan,
Zamanı ise infaz ettiler.
Tıpkı diğer tüm canları yakışları gibi...
Tıpkı beni karanlığıma terk edişleri gibi...

4 Eylül 2020 Cuma

Cam

 

İlmek ilmek örülüyor kaderim.

Geçirilen her şişte eziliyor ciğerim. 

Kışın soğukluğu hesap edilmeden,

Atıyorlar beni bir kuyuya içim harap olurken.


Her daim yumruğunu oturtur masaya,

Fırtınalar, kara topraklar, ardımdaki dağlar. 

Herkes çoktan çekilmiştir kendi yalnızlık köşesine. 

Şu cellat benim geleceğim, 

Suçluysa benim eksik kalan huzurum.


Yabancı dillerin bencil sahipleri yüzünden, 

Tükürdüğüm her kaldırım uzamakta uykularım boyunca.

Devalar zaten yitip gitmişti o geçitlerde.

Sessizlik, sessizlik!

Bitmeyen bir bitkinlik, akıl dışı beni boğan hiçlik!

Anlaşılmaz, anlaşılamaz!

Gürültü patırtı, ömrümü emen onlarca gönüllü...

Böyle mi çizilmiştir çizgi?

Bileğimi kesip yüreğime şeritler çeken, 

Benden beni çalan, haysiyetsizce yakan, 

Sessizlik, sessizlik!

İşte şimdi geçecek boynumdan o değersiz bilezik!


Öldür bilincime takılan yaşam formlarını.

Namluların başıma doğrultulması anlamsız!

Çoktan okundu fetvalar.

İçim çaresiz, insanlığımsa cahil!


Lütfen, lütfen!

Kaldırılmalı ne varsa gördüğüm ortadan.

Sonsuzluğa açılan bir kapı...

Basamakları karanlıktan, 

İndiği yerse korkularımdan.

Yuvarlanıyorum dizlerime sarılamadan,

Başımı koruyamadan, bağıramadan...


Yok yok, hiç var olmadı ki!

Saklı kaldığım aydınlıkların içinde,

Gönle itaatkar bir oda yok!

Bitmeyen bir savaş...

Gözyaşlarımca erler,

Ağızlarında tek bir kelime ile,

Koşuyorlar ölümü selamlayan siperlere:

"Huzur, huzur, huzur!"


Mayınların altında ağlayan ezgiler...

Parmaklarımı kıran dizeler...

Suçlu, masum ayırt etmeksizin,

Bütün cenazeler sessizliğimin!

Bazıları yalandan yoksun,

Bazılarıysa gerçeğe kör.

Kitapların tozlu sayfalarında, 

Eriyen bir çehre, tükürüyor hayatın yüzüne. 


Sirenler, çanlar ağlıyor. 

Elleri cebinde, paltosu üzerinde, 

Yürüyor o adam belirsizliğin cehennemine.

Metanete sağır, vicdana bencil,

Kendisine de bir o kadar mahkum bir edayla,

Fırlatıyor şapkasını yoksunluğun okyanuslarına.

Boğuluyor, boğuluyor canından arda kalan,

Düzene ayak uyduramamış hepliği.


"En unutulmaz anlarım kendimi unuttuğum, 

En korktuklarımsa kendimden korkamadıklarımdır." 

"Bu yazılmalıdır." diyor mezar taşına bir asker.

"Eğer ölürsem o karanlık cephelerde, 

Bunu bilsin yalnızca yalnızlığım."

Tamamlandıktan sonra tüm bu kağıt işleri, 

Gelecek olan kurşunlara hevesli bir şekilde, 

Kaçıyor bu korkunç distopyadan.


Kurban edilesi gemiler sarmalar bekleyişlerimi.

"Şu liman senin, şu gördüğün denizse benim!

Sen her daim bana açılacaksın.

Bense her defasında seni selamlayıp,

Seni yutmaya çalışacağım."


Tanımıyorlar, tanımıyorlar!

Enkazları, kraterleri, sönmüş volkanları,

Hala kendi isimleri zannedip,

Felaketlere aldırış etmeden,

Üstünmüşler gibi kendi düzenlerini devam ettirmeye çalışıyorlar. 


Veremli gecelerden arda kalan neyse,

Kefenime işlerim. 

Gömlek niyetine giyip,

Ahval bilinçleri istila ederim.

Kayıtlara geçmez, puslu hatıralarda bir iz bırakmaz bilirim,

Lakin huzurun yoksunluğundan,

Belki de biraz sahtekarlıklarından,

Arınmış olmak isyanıyla,

Kirleteceğim, kirleneceğim.

Ulu orta yerde çıkmış her yangını, 

Kendimden bileceğim. 

İnfaz edilmiş her mazlumu,

Masalarına servis edeceğim, 

Ya ufak bir propaganda yaparak,

Ya da kendimi şımartarak.

Ve sonrasında tekrardan o meşhur cümle duyulacak ağzımdan:

"Beni sizler yarattınız!" 

22 Ağustos 2020 Cumartesi

Belki


Fırtınalı distopyalarda hayatı aradığım kadar,

Başka hiçbir sözde karanlığı tanımadım.

Alacaklı nefeslere boyun eğdiğimde,

Bilincimin dudaklarını ısırtan yankılar oluşurdu gözlerimde.

Utancımın çığlıklarıydı zaten gözyaşlarım.

Şevk tohumlarına verdiğimde can suyunu,

Bilinmez bir senfoni büyülerdi ufkumu.

Acının serenatlarında, tuvallerinde, dizelerinde,

Bir kir gibi kalmıştı hatıralarımın sancısı.


Uykularımı emanet ettiğim ölümlerde,

Kabrimde bir türkü okurdum.

Düşlerimi iki kuruşa sattığım günlerde,

Cenazemde bir şiiri vururdum.


Bir şairin ölümü yazdığı satırlarda başlar,

Açığa çıkaramadığı anların nefesleriyle son bulurdu.

Kaç kez kendi sonuma,

En sevdiği şey deniz olan ufak bir çocuk misali kucak açtığımı,

Getirsem dilime, dost bilirdi beni zümrüdüanka.

Birkaç kadeh gözyaşından ikram eder,

Kanatlarını kesip uzatırdı yalnızlığın ellerine.


Mütevazı gecelerde şaha kalktı mı bazı yanılgılar,

Buluverirdim kendimi tanımaktan korktuğum akıntılarda.

Boğulan fikirlerimdi, can kurtaransa sevgim.

Lakin yüreğim bugünlerde fazlasıyla cimriydi, bana bile!

Ellerimi atarken ceplerime,

Nice yaralar gördüm, tanıdım, aldım ben,

İçim ister istemez naralar atıyorken!


Görmüyorum aynalara bağladığım kaderimi.

Kendi yazgımı uzun köprülere bağlıyor,

Soğuk ve ürkek yaz gecelerimde salıyordum.

Okumadığım her bir anı,

Yaşamın kırık merdivenlerinde arıyordum.


Bir deprem olsa...

Bir deprem olsa ve bu kanayan otobanlar yarılsa,

Gizlediğim gerçeklerin temellerinden yapılma apartmanlar,

Sevdalardan yoksun oteller yıkılsa,

Merdivenlerin enkazında kaybetsem cümlelerimi,

Ne yapılabilecek o zaman?

Yeni bir hikaye akabilecek mi damarlarımdan?

Hayatın suni teneffüsleri sonucu,

Hatırlayabilecek miyim o bahçeleri?

Dolabının anahtarını bulabilecek mi,

O yaşlı, meymenetsiz bahçıvan?

Bilmiyorum...

Belki de çoktan öldük kendi yarattığımız evrenlerde.

Belki de çoktan ağladı yıldızlar halimize.

Belki de çoktan uçup gittik ebediyete.

Heba ettik kendimizi boş yere bu haysiyetsiz zaman dilimlerinde...

19 Ağustos 2020 Çarşamba

Veda


Dumanların kucakladığı sokakların arasında, 

Kor gibi uğultulu bir sigara yanar yalnızlığımla.

Sahil kenarlarında, masalarda, sandalyelerde,

Dişlerimi kıran, içimi yakan ayazlarda,

Eskimiş bir tanrı gibi inananından yoksun, 

Hükümleriyse kahkahalara meze olan,

Dolaşıyordu tekil eksiklik aklımın kenarlarında aynı zamanda.


Fazla yakın başlangıçlardansa,

Ebedi sonlara, 

Aç bir köpek gibi koşuşum,

Elbette çaba sarf edilmeden geçilebilecek en ufak dalgaydı.

Ama ben unutmuştum. 

Yazılamayan manzaraları,

Okunmayan sevdaları,

Ağladığım şarapları unutmuştum...

En meşhur yalanımdı belki lakin,

Bazen kelepçelerinin çilingiri olamıyordu insan.

Benzersiz bir suçlulukla heba ettiğim uykularımı,

En çok böyle gidilesi zamanlarda aramak istedim.

Bulmaktan korktum...


Yıkıp geçtiğim nice mimarileri,

Üç beş kuruş için hurdacılara sattım,

Ya da birkaç dakikalık yolculuklara.

Çünkü yol uzundu.

Ölmek uzundu, anlamak uzundu.

Ama en çok, en çok da hissedilmek uzundu.

Kanıksayarak tüm yanılgıları,

Varlığımdan daha da emin bir şekilde, 

Yollarda çürüyüp gitmekti yüreğimin azameti.

Belki de tek bir nefeslik vedadan ibaretti,

Bu dönüp dolaşıp durduğum yazmak kimsesizliğinin akıbeti.


Eğer ki göğsümden söküp atıyorsam şiiri,

Omuzlarımdan düşmesine izin veriyorsam hislerimin,

Kararı verdiğimdendir.

Artık kendime bile anlatamadığımdan,

Kendimin bile beni dinleyemediğindendir.

Böyle duyulsun, bilinsin, yazılsın, 

Yalnızlığının bile farkında olmayanların,

Kirli coğrafyalarına.


Son hep yakın. 

Lakin ben daha da yakınım.

İki asteroidin birbirine çarpışı misali,

Dağılacağım, kalan parçalarımı ise,

Kara deliklere hediye edeceğim,

Gidiyor olmanın huzurundaki tebessümle birlikte...

1 Ağustos 2020 Cumartesi

Doğum


İstekleri usul bir ölümken kirlenen sözcüklerin, 
Atılan her adım ayrı bir veda,
İçimden akan tonlarca veba...
Hastalıklı ayazların yürek molalarında,
Kanattın, yaktın belki de yazdın,
Susamasın diye o bülbüller. 
En itaatkar gecemi,
İsyanın öncüsü olarak atadın,
Sınır dışı edilmiş yalnız aşkıma. 
Doğumunla öldüm, yokluğun ateşinde kavruldum.
Ölümünle doğdum, yokluğun kölesi oldum.

Sen şimdi saklıyorsundur avuçlarında gökyüzünü. 
Tanımadığın aynalara emanet etmişsindir eksikliğini.
Peki ya koridorlardaki cinayetler?
Mağduru mu olmuştu emellerim zamanın?
Yoksa yırtıp atmış mıydın öksüzlük bilmecesini?
Saklı cevaplara kendimi,
Beş parasız bir evsiz gibi adayışım,
Nasıl, nasıl mümkün olabilir?
Hangi yaranın içerisine düştüm de,
Kansızlığına ağlamaktayım hatırlayarak?

Yarım bırakılmış tek haneli bütünleme hikayelerini,
Bir ben mi kazıdım içime?
Sıçratılan her suyu bir ben mi çektim gözlerimle?
Yanıyor, tıpkı zerdüştlerin inandığı gibi,
Bir o kadar güçlü, bir o kadar nihai. 
Vesile olma kendimi ağlayışa bırakmama. 
Dağıtma saygınlığıma sahip niyetlerimi. 

Kanayan çehrelere bulanmış hayatımız. 
Sen attığın adımlarda, gittiğin diyarlardasın.
Ben ise ayak izlerinde, sessizliğe karşı aldığım nefeslerdeyim.
İç çekişlerdeyim, yabancısıyım okşadığım çiçeklerin...
Bak, bombalar yağıyor bulutların üstünden. 
Kırdığım her sözcüğe karşılık, 
Yeni şiirler yazdırıyorlar bana alıcısından yoksun.
Borç biliyorlar inancımla kazandığım zamanı.
Peki kum taneleri değiyor mu ayaklarına?
Gözlerini kapatıyorlar mı fark etmemen için?

Nice yangınlarda haykırmış saflığımız.
Sevenleri yakarak ısındığımız,
Veya eriterek kendimize acı geçirmez zırhlar yaptığımız dünyada, 
Yalnızlığımızın ederi ne kadar?
Bir damla gözyaşı?
Tek kullanımlık derin bir nefes?
Gerçekten cefa mı bulunduğum onlarca feda?

Ormanlardaki kükreyişinle uyandığım her sabah,
Durduk yere mi uzaklaştırdı beni rüyalarımdan?
Korkan bendim.
Sadece ama sadece bir çay kaşığı ışıltına hasrettim.
Yalanlardan maskeler yapıp, 
Yoksunluğunun en büyük nefretiydim.

Biliyorum, o pınarlarda temizleyemeyeceğim ruhumu.
O boğazımı yakan kadehlerde,
Ferdaniyetime ne kadar istesem de karşı gelemeyeceğim.
Bir yılan gibi saracak yüreğimi,
Veyahut gece misali üzerime çökecek. 
Ya daha çok içeceğim, 
Ya da daha çok seveceğim. 
Fazlasına hacet yok,
Her türlü bileceğim.
Lakin yine de devam edeceğim.

Sorgu


Bir gönül hazinesi gibi akıyordu gözlerimden, 
Zaman ve müptelası olduğum yollar.
Kaldırımlarda ruhu takılan, 
Yaşamın çakıl dolu yollarında düşüp,
Dizlerini kanatan sevdalara sahip olan,
Kendisine bir köle gayretiyle,
Dağ bayır aşıp öpücükler çalan, 
Ben değildim. 

Bir bilirkişi uvzuyla yad ettiğim geçmişi, 
Penceresiz hapishane hücrelerinde sayıkladım.
Gardiyanlar sürekli bir döngüye,
Farkında olmadan kurban gidiyorlarken,
Kırmıştım o içki şişesini. 
Kanayan her yarasına umudu basan,
Ben değildim. 

Borçlu bir anın kıyılarındayken,
Ezelden beri var olan koridorlardan,
Hep bilinen, hissedilen lakin,
Söylemeye dahi cesaret edemediğimiz,
"O" geldi üzüm bağlarının altına. 
"Kadeh" dedi, "Hayat" dedi.
Ama en çok "Ölmek" dedi.
Tıka basa, küçüle küçüle,
Korka korka ölmek. 

Sonu bilinir, başı bilinmez. 
Gideni iyi yapar, kalanı mahcup, riyakar. 
Gidersem eğer, 
Ki gideceğim, 
İyi mi yapacak beni,
Yoksa riyakar mı?
Belki de ben kalıyorum, 
Anıların enkazında,
Yüreğimin altında, 
Hayatınsa avcunda...
Ben değildim, 
Olmadım, olamadım da...

21 Temmuz 2020 Salı

Yabancı


Yitip giden bir sevdanın kokusundan,
Aynaların eskiliği gözlerimden akan...
Korkutucu bir labirentin sokak aralarından,
İnancımla birlikte bir damla huzuru akıtan,
Bitkin ve sonsuzluğa bağlı yaşamak gayreti...

Saklı günlerin yürek sözlerinde, 
Damarlarımdaki sükunet açlığıyla,
Her daim aktım, kendi taşlarımı sürükledim,
İçimdeki geleceğin olağan yalanlarıyla.

Evet, bazen beklenilen cinayetler yaşandı. 
Mahkemeler bile uyudu belki gözlerimde lakin,
Siren sesleri durmaksızın yaraladı geçmişi. 
Geriye kalansa bir başka sağduyunun isyanıydı.
Fakat aldığım her nefes ayrı bir meraktı, harcayıştı.

Kelimelerin sessizlik saltanatında,
Mutlak ölüm monarşisinde,
Kırgın kalbimin kanayan öpücüklerinde,
Yokluğa aşık bir dakikaya hasret, 
Bir yanılsama ağladı karşımda. 

Öylesine yaşanan suçluluklarda,
Cüretkar bir kopya bulma telaşı, 
Hepsi bulmak yanılgısıydı zamanı. 
Herkes yalnızlığı kadar emindi yanlışlarından.
Evvela kanattıkları ruhlardan,
Ardındansa yaşayamadıkları uyumlardan.

Katılan bütün acılar, 
Kendi ahiretimin içindeki korkulardan,
Diğerleri ise cehennemlerimde terk edilme korkusundandı.
Eğer ki akarsa yaşayışmışın kanlı gözleri, 
Mücadelemin rüyaları boğulsun denizlerde.
Maksat can kurtaranları bulmaktı saflığımızdaki hatıralarda.
Sıradışı akan kum saatlerine layık olmak,
Özümüze edilen hakaretlerin,
Bilinmeyen bir yoluydu.
Denizlere bağlı uykular,
Geceleri oynanan kumarlar tanınsaydı eğer, 
Kalınmazdı sahil kenarlarında bir'den yoksun. 

Yaşamın borçlu veyahut alacaklı olduğu anlarda,
Bükülen boyunların çaresizlik gölgesinde, 
Hınçla kaçtığım gerçeklerden, 
Kölesi olduğum yalanlara dek,
Ben bir yıldız ömrünü tanıdım, yaşadım.
Hiçliğin kucağında yüreğimle konuştum.
Sustuğum her anı aklıma kazıdım. 
Yitip giden bir sevdanın kokusunda,
Uzaklaştığım dakikaların isyankarlığında,
Kaybolmamak için kendimi yaktım. 
Küllerinde ise sonsuzluğu aradım. 
Bir kaldım...

18 Haziran 2020 Perşembe

Işık


Ürkek bir ışığın nefes alma çabalarında, 
Aktım, durmaksızın karanlıkla yıkandım.
Hayatın volkanlarındayken alacaklı bir arkeologun,
Ardında bıraktığı incinmiş aşkını içtim.
Özgürlüğün bilgi dolu mağaralarında,
Yaşamaya susadım.

İhanet kokan şehirlerin kucağından,
Bağrına yalnızlığı basmış okyanuslara kadar,
Aynı dünya lakin farklı bir bilincin öpücüğü. 
Ruhumu daha da üşüten, 
Yaralarıma tuz basan,
Yüreğimi yakan,
Farklı bir bilincin anti-hiyeraşik öpücüğü...
Dudakları çoktan boyun eğmiştir ormanlara.
Elleriyse kül bulutlarına değmiştir. 

Kabustan farkı yoktu ama sonsuzluğa itaatkardı.
Eşi benzeri görülmemiş siyahın içindeki tek renktim ben.
Işığa ihtiyaç duymadan sunuyorum hazinemi.
Bazılarının yoluna bir taş,
Bazılarınınsa bir köprü olmak adanmışlığıyla,
İlerliyorum hayatın savaş sığınaklarına.

Eğer boynunu eğmişse zaman,
Hiçbir çözüme ihanet edilmemeli.
Kolonların ardına saklanarak fısıltılardan kaçmak,
Gerçeğin üstüne toprak atmaktı.

Evet, sinsi bir yılan gibi sürünüyor ruhumun arasında.
Ben zehri içtim, yüreğimde buldum panzehrini.
Belki hemen iyileşemem ama,
Kapıları eninde sonunda kıracağım,
O duru nefesi almak amacıyla.

Direnci düşmüş bir gecenin gözlerinden, 
Gündüzün avuçlarına doğru, 
Yanacağım, yanacağım...
O ürkek ışığın nefes alma çabalarına karşılık, 
Kendimi kendimden arıtacağım...

27 Mayıs 2020 Çarşamba

Döngü


Yalnızlık belleğimdeki mevcut olan tüm anılar,
Göğün gözyaşlarıyla yıkanıyorken,
Sitemler dolusu içki şişelerini,
Acıyla tek dikişte bitirişimin,
Bir an dışında pek faydası olmayacaktı zamana.

Ben inandım.
Yaz geceleri bana selam verirken, yaprakları kıpırdayan ağaca,
Koridorlardan kısa bir süre için de olsa,
Kurtulmamı sağlayan sükut denizine,
Veyahut karanlığımı gösteren aynaya inandım.
Sonra, başka yollara düştüm.
İnkarı gördüm gözlerinde.
Kanıksamanın bir hakaret olduğunu söyleyen göz bebeklerinde, 
Hep farklılıkla kırbaçlanıyor oluşumu gördüm.
Yüreğimde hissettim, cevapları ise katlettim.

Acı bir ucuz şarap tadı bıraktı damağımda,
Biraz da samimiyetsiz yalanları.
Şikayet dilekçeleri yazdım adresten yoksun.
Nereye yollayacağımı bilemediğim isyanımı,
Hatrı sayılır avuçlarıma sıkıştırdım.
Hayatı gizledim gerçeklerden.
Bir bomba sesinden, siren sesinden gizledim.
Çok uzun süre boyun eğdim yanılışlarıma.
Aydınlığı yansımalarıyla cezalandırdım.
Kendimi karanlığın yönetimine adadım.
Teker teker düştü yere kanayan, diğer adı utanç olan,
Şahsi, teyakuz dolu uysallığım.

Bir canavar yarattım kendime kendimden.
Yaşamadığım, dokunamadığım her şeyi,
Onun için yarattım, ona yakıştırdım.
Korktular, tanımaya, anlamaya çalışmadan.
Hatta neye benzediğine dahi bakmadan,
Tehlikeli ve kırıcı suçlamalarda bulundular.
Onlar için pek zor olmadı unutmak.
Onlar, izlediği filmi sildiler,
Bense repliklerini duvarlara kazıdım.
Yabancılaştım, başka sığınaklar aradım.

Beni anlayan, şefkatle yüzümü okşayan rüzgarı sevdim.
Beni dinleyen, benim yerime anlatan dalgaları sevdim.
Beni hatırlatan, düşüncelerimi açığa çıkaran yağmuru sevdim.

Ben yalnızlığın diğer adıysam,
Sonsuz bir geceysem,
Eskiciysem, kirli bir aynaysam, seyyarsam,
Bedeviysem, sarhoş bir adamsam, devsem,
Yaşlı bir adamsam, korsansam, hataysam,
Cezaysam kendime ben,
Ben çoktan kendi dünyamda,
Yalnızlıkla bir olmuşum.
Hikayeyi yanlış okumuşum.
Söylemlerin, eylemlerin değil,
Duyguların ve anların katili olmuşum.
Utandığım her benliğimi,
Nefes nefese arayıp durmuşum.
Lakin hiçbir yaşam belirtisi bulamamışım.

Hapishanelerde kaç adım sonrasında,
Başıbozuk satıcılara armağanlar vereceğimi,
Kaç yumruk sonra gözlerimden yaşlar geleceğini,
Kaç ay kaçarsam yakalanacağımı,
İşinde iyi bir öğretmen sayesinde öğrendim.
Şiddet yanlısı, meymenetsiz bir kadındı.
Ne zaman çığlık atsa,
Tokat atacağını bildiğim halde,
Sesini bastırmak amacıyla ondan daha çok bağırırdım.
Hiç sormazdı neden bunu yaptığımı.
Gerçi ismimi bildiğinden bile emin değildim.
Gerek yoktu aslında, farkında olmadan buraya geldikten sonra,
Bana verilen ilk hediyenin bilinmesine.

Çekinerek yudumlar aldığım zaman dilimlerinde,
Okuyucusundan yoksun şiirler yazışımla,
Taçlandırdım haram olan sevgileri.
Ağır adımlarımın ardında bıraktığım kırıntıları,
Ezip geçtiler çoktan, herkes devam etti yoluna.
Ben fazla sevmezdim gülümsemenin ayıplandığı,
Milyonlarca derdi bağrına basmış,
Evsizlerin uyku dağıtıcısı olan, kurallar mağduru yol kenarlarında yürümeyi.
Tüneller kazardım ben.
Yüreğimden başlayıp yine yüreğimde biten.
Gösterilmeyenleri anlattı bana,
Gökkuşağının nerede başlayıp nerede bittiğini,
Mutluluğun kaç saniye, aşkın kaç derece olduğunu.
Yalnızlığın neden insanı sömürdüğünü,
O anlattı bana, zihnim ise kaydetti yalnızca.

Ruhsatsız silahlarla cinayetler işlerdim.
Korkmazdım ekip arabalarından, dedektiflerden.
Silahımı atmaz belimde taşırdım.
Zaten önemsizdi ölenin kim olduğu.
Önemli olan bunu yapanın ne kadar güçlü olduğuydu.
Çünkü bilinirse bunu yapanın kim olduğu,
İnsanlık öncesinden hazırdı taşlar fırlatılmaya.

''Neden bağırmıyorsun?
Neden mahsur kaldığın kuyudan kurtulmak için,
Herhangi bir harekette bulunamayacak kadar vazgeçmişsin?
Kimler yaptı sana bunu?
Çok karanlık mıydı hava, hatırlıyor musun yüzlerini?''

Hatırlamak istemiyordum, zaten istesem de bir bunu hatırlayamazdım.
Çünkü sadece esas suçlunun kim olduğunu önemserdim.
Tetiğin çekilmesi basit bir bakıştı.
Maksat neden çekildiğine karşılık bir manaydı.
Bir ölüyle sevişmekten yoktu artık farkı.
Kapıyı çarparak ayrıldım sahtelik otelinden.
En az korktuğum mağaraya gittim.
Bedenen kimse olmasa da,
Fikren bir ordu vardı karşımda.

Her gece planlar yapan bir seri katil gibi,
Her gün çaresizlik ve sevgiyle ellerini göğe açan bir din adamı gibi,
Biraz da gömdüğü her ölünün ardından korkarak ağlayan bir mezarcı gibi,
Umduğum her sevinçten, duyduğum her hakaretten,
Nasibimi, cevabımı alırcasına,
Akıtıyor ve sızıtıyordum yaşam kanalizasyonlarını.

Kara lekeler eksik kalmıyordu, uykuyu saklamaktan.
Aynalarda, koridorlarda, duvarlarda,
Hep o leke...
Gitmeyen, silinmeyen, evrilmeyen,
Kapılar açıldığından beri her daim içimde,
Başka yaşam tahlillerini yırtan,
Doğan güneşi batıran leke...

Kudretli bir sakinlik bandosunun şerefine,
Patlatılan bütün şampanyalarla akardı,
Biraz ben, biraz da gizlediğim mimiklerim.
Kırmızı halılara döküldüğünde can yaşlarım,
Fark edilmezdi prestijli hizmetkarlar tarafından.
Hep kirletildi lakin hiç temizlenmedi.
Rutubet kokardı ciğerlerim.
Sıvaları dökülmüş bilincimin,
Gecekondulaştığı bu yersiz sistemde,
Elbette bir odun ateşine kurban gitmişti bazı şiirlerim.

Yabancı gelmekteydi size karanlığımın lisanı.
Bu yüzden tanıyamadınız varlığımı.
Cümlelerden yoksun an harabelerinde,
Bundandır ki hep tutukluyu oynamışım.
Az kaldı kırılmasına kilidinin kelepçemin.
Korkutmuyor değil bahsi geçen özgürlük bilmecesi.

Yüce akşamlar akacak sokak lambalarından.
Ben hep mahzun, ben hep şüpheci.
Bilinmeyen bayırlarda ciritler atacağım hayata.
Tedirgin bir şekilde kılıç sallayacağım arenalarda.
Karar verecek bir imparator, senatör olmayacak belki ama,
Hüküm çoktan verilmiş olacak yırtık kitap sayfalarında.

Doğan bir bebeğin ses tellerinden,
Bir yaşlının manalı gözlerinden,
Daha canlı, daha istikrarlı bir ışık,
Saracak yoksulluğumu.
Aşk kokan şömine gecelerine,
Bir ahenk, anlam katacak.
Fakat kimse ben dahil gözlerini açamayacak.
Tercihen değil, mecburiyetten...

Ben ki zifiri karanlıklara tutulmuş bir mahkum,
Ben ki uçsuz bucaksız gecelerde korkularına sarılmış bir mazlumum.
Daha nice eski mahallelerde,
Çocukluğumdan kalan yaralı dizlerimle yürüyerek,
Başka başka gözler arayacağım.
Durmaksızın türküler tutturarak,
Pencerelerini taşlayacağım yalnızlığın.
Ta ki,
Anılar silinene,
Gök kuruyana, şişeler boşalana,
Zaman ölene dek.

19 Mayıs 2020 Salı

Fısıltı


Bir geçidin damarlarından akan pınarları,
Kana kana içmek arzusu, bilmek sükuneti...
Hep geçti zaman, inkar edemeden gelip geçenleri.
Bir kum saati armağan ettik içimize.
Üstüne basıp ezdiğimiz her anı,
Ölümsüz olduğuna inandığımız mücevherlerle işledik.

Kan parası denildi,
Dokunamadığımız her bir günün içinde,
Uykularımız kadar hafif olan ölümlere kurban gitmiş,
Saklı benliklerimize.

Nice toprakların üstünde ağlayan,
Nice vurdumduymaz çocukluk şarkılarını,
İşitemez oldu gönlümüz.
Sevgiye karşı sağır,
Metanete karşı kör olduk.

Varsayımlı gecelerin eteklerinde,
Mükemmel infazları meşru kıldık ebediyete.
Gerisi bir çorap söküğü gibi gelmişti.
Yalnızlığımızı yakan günlerin aydınlıklarındaysa,
Bitmeyen geceleri düşledik, özümsediğimiz hikayelerle.
Şimdi ise bolca ateşin şuurumuzu yaktığı anlarda,
Bir başka var oluş hırsı yüzünden,
Çok uzaklarda mahsur kalmış benliklerimizi,
Acımasızca pazarlama telaşına yenik düştük, esir hortlaklarına.
Şefkat pınarlarını kurutuncaya dek,
Barajlar ördük öfkenin betonlarıyla.
Aşkın ormanlarını yaktık,
Gücün fabrikalarını inşa etmek yanılgısıyla.

Dünya çıplak kaldı, biz ise hala üşüyoruz.
Belki de donuyoruz, şahsi çaresizlik korkularımızdan.
Göğe değmeye çalışan her mazlumu,
Cehennem çukurlarına atıyor oluşumuz,
Böylesine tüketilmiş ömürlerin,
Bir öç alma intikamıydı sanki.

Bilmekten aciz kaldığımız, bu sancı dolu eşiklerde,
Ne içindir ki ihanet ederiz?
Ne içindir ki boğazını keseriz gözcünün?

Ölümden kaçanların gözlerindeki korkuyu,
Bir ayna misali tutuyorsam eğer ruhuma,
Bu teşekkür etmek istediğimdendir.
Yaşama karşı gardını almışların,
Tel tel dökülen saçlarıyla bir ateş yakmak istiyorsam,
Bu yücelmek ve anlamak istediğimdendir.

Duygular göçmüşlerse bu dünyadan artık,
Ben cümlelerime saygıyla başımı öne eğerim.
Duygular çakılı kalmışsa bu mezarlıklarda artık,
Ben sonsuz olduğuna inandığım ruhumla,
Kendimi evrene armağan ederim.

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Kül


Keskin bir galaksinin,
Meşrulaştırılmış, riyakar lakin bir o kadar da masum öldürüşlerinde,
Siren seslerinin,
Yalnızlığımın hangi yakasını ele geçirdiğinin bir önemi yoktu elbette.

Çürümeye yüz tutulmuş sevginin bahçelerinde,
Hayatın suyu boğuyorken,
Karanlığın en derin noktasına dalmak,
Geriye kalan tek kurtuluş ümidiydi.

Bir bakıma, akıtılan içkilere saklanmış,
Şehvet dolu öpüşlerin, acımı dindirme çabasının da,
Orta Çağ hokkabazlarının anlattığı fıkralardan farkı yoktu.

Ben, kalpsiz bir kraldım varlığın ütopyasına göre lakin,
Duyguların kurtarıcısıydım aynı zamanda da yalnızlığın distopyasında.

Kimse bir zevkten, ümitten, insanlıktan bahsedemiyorken,
Ellerimi kana buladım, bazı cevaplar umuduyla.
Kelepçeler değmedi belki bileklerime ama,
Çoktandır sıkarlar yaşayışımın boğazını.
Haykırırsam ölürüm.
Susarsam yalnızca kanarım.

Cimri bir tüccar gibi,
Sevgiye taviz dahi vermez,
Bir filozof misali ömrümü dahi harcardım,
Bazı kuramsal cinayet metotlarına.
Yakılmasın ki büyüyebilsin,
En azından doğabilsin.
Gerçi aşılmışsa bazı duvarlar,
İsyanı kabul etmiş birer korkaklardı.

Sonsuz hükmün kutsallığı, boyun eğmiş olmak hatası,
Veyahut sanrısının yarattığı ağır atmosferlerde,
Öfkenin oluşturduğu sürükleyici depremlerde,
Yeniden, hiçlik hayat buldu.
Başka kargaşalar ve intikam yeminleriyle,
İnsanlığın yasası yırtılıp atıldı yalanın şöminesine.
Gerek kimisi ısındı, gerekse kimisi yandı.

Bu varsayımlar galaksisindeki ben ise,
Çok uzun zaman önce kucak açtı içindeki ateşlere.
Sükutu hissedebiliyor, melankoliye çırılçıplak koşuyordum.
Birlikteliklerdense tamamıyla bir adanmışlık haliyle,
Kadehlerden boşanarak,
Kirletiyordum bilincimin beyaz gömleğini.

Nice aşkların kefenlerini diktirdim yokluğun terzilerine.
Veda etmeden giydim aydınlık günlerimi üzerime.
Kara bulutlar sardı etrafımı.
Kurtulamadım onların unutkanlığından.
Yaşatamadım hafızamı.
Bombalar fırlattım göğüs kafesime.

Volkanlar çarptı beni, bir de kırgınlıklarım.
İçtiklerim uyuttu beni, bir de çocuksuluğum.
Kaçtıklarım korkuttu beni, bir de sevdalarım.

En nihayetinde, zincirler kırıldı.
Duvarlar yıkıldı, ipler koptu.
Lakin, bu yaşanılan özgürlük,
Benim için dardı, fazlasıyla sığdı.
Hemen ardından idam fermanım okundu.
Kaçtım, unutamadım.
Oysaki ben, yalnızlığın diğer adıydım.

22 Nisan 2020 Çarşamba

Giz


Darmadağın edilmiş an hasılatlarında,
Bu ne biçim bir yüz?
Bu nasıl bir veda?
Göklerden düştü yere kırmızı lekeler.
Başka bir günü daha hapsediyorken avuçlarımıza,
Yenik düştük sıra dışı bir yalan sayacına.

Kesilen dallar kanatırdı ormanlarımı.
Bir bıçak yarası gibi sızlardı göstergeler.
Zamanı geldiğinde, unutulurdu bazı mücevherler.
Kuyumcularsa, çoktan kurban gitmişti,
Başka faili meçhul cinayetlere.

Hakaretlerin diz boyu olduğu bir akşamda,
Çalarak kaçardım kendi kapılarımı.
Eksik olmazdı, kısa vadeli mektuplar.
Son nefesin verilemeyen evraklarıyla,
Ama daha çok bir bakış kırgınlığıyla,
Son sigaramı yaktıktan sonra,
Bırakırdım kendimi yaşayışın tabiatına.

Elbette susturulmuştu, kederli günler.
Elbette yasaklanmıştı düşlerin sevecenliği.
Fakat bazen, bütün dayatmalara karşılık tek bedeldim.
Eğer ulaşacaksam içimdeki bana,
Her şeyi küle çevirip, giderdim karanlığa,
Ardımda bir sevgi kırıntısı dahi bırakmadan.
Bazense, gizli hatıralarda kadehler kaldırarak,
Giderdim karanlığa.

Yaralı sokakları bağrına basmış,
Birkaç kez için de olsa, ruhunu pazarlamış bir ceset gibi,
Veyahut yangınlara boyun eğmiş doğa gibi,
Sükut ve yalnızlık içinde,
Unutmak isterdim bazı kumar yanılgılarını.

Saklı bir gün doğumudur medeniyetim.
Aydınlığı çayırlardaki günlerden,
Bakiliği ise cehennem geçitlerindendir.
Ya azılı bir suçlu olmak gerekir kaderde,
Ya da aşka ibadet etmek gerekir yürekte.

Ayrı bir çaba,
Zamanında kestirip atılmış bir fırsatlar topluluğu...
Yeni yetme sevdaların hayalperest şairi...
Belki de kendi davalarının tek mübaşiri...
Önemli olan ne kadar hissedileceğiydi,
Ne kadar yarınların eskitileceğiydi.
Yollara, sokaklara, kapılara çoktan şeritler çekilmişti.
Özümüz çoktan manasızlığa teslim edilmişti.

Eğer ki bir gün, geçilirse kainatın kapıları,
Ruhlarımız, bir yıldız ömrünün sonuna dek,
Şarkılar söylesin.
Eğer ki bir gece, kırılırsa inancımızın dişleri,
Ruhlarımız, mahşer gününe dek,
Ağlasın, bir daha da var olmasın...

12 Nisan 2020 Pazar

Yüce


Nazik bir ölüm kırgınlığından farksız,
Teller ise sarılmış vicdanımdan arsızdı.
Olağan dışı bir mezarlık bereketi,
Tıpkı yaşamın aldığı canlar gibi...

Verdiği nefesten,
İnandığı tanrıdan,
Veyahut işlediği günahlardan,
Daha yakındı.
Başka bir tanrı hırçınlığıydı.
Lakin ne yazık ki kara topraktaydı.
Heba görülmüştü, göğün ağlayışları.
Zayıflığındandı, çaresizce bel bağlayışları.

Hissedilmesi gerekiyordu,
Saklanılmış, o meftun sözcüklerin.
Noktalamaların ardında bir başka var oluş...
Bitkin bir gece, omzumdan düşen veda mektupları...
Ama en çok, en çok da korku...
Güneşi öldürürcesine, bakiliği reddedercesine,
Meydan okuyordu, o mahzun korku hüviyetime!

Yakılan bir yüreğin, harabe an geçitlerinde,
Çarpan bütün kapılar, benim içindi.
Bütün yeraltı tünellerinin, yalnızlık planlarında,
Yasaklanmıştı, alıp satılacaklar.

Hangi gözyaşım söylemekteydi bu ağıdı?
Hangi ölü geceden, bakire bir aşk doğacaktı?

Sorumsuz oluşundan terk edilmiş bir akşamda,
Fırlatılan bütün güller, senin içindi.
Ay ışığına küfrederken, karanlığı kandırmak,
Yokluğa karşı gelirken, şeytana yalvarmak,
Yalnızlığımın yüceliği içindi.

Antlaşmalara attığım her imzada,
Ağlardım kanımın boşaldığı mezara,
Son kez dokunamadan aydınlığa.

Çaresiz bir mahkum misali çağırırdım gardiyanları.
''Açın kapıyı, içimde kendisini asan bir adam var!
Vazgeçmiyor korkulu rüyasından!
Her geçen gün, daha da utanıyor insanlığından!
Yorulmadınız mı, sizi öldürecek olan bu manasız savaştan?
Nice titanlar, canavarlar yaratmış olsanız da yalnızlığınızdan,
Unutmayın ki sizlersiniz,
Sonsuz uçurumlardan düşecek olan,
Gözü dönmüş tanrılardan merhamet isteyecek olan!''

9 Nisan 2020 Perşembe

Hain


Her şey o ormanlardan geçtiğimde başladı,
Kapıyı çalmadan açtığımda,
Veyahut perdeyi açmadan taşlar fırlattığımda başladı.

''Bir sır seçip uğruna hayatımı adadım.''
Fazlasına lüzum yoktur, onu yeterince tanıdım.
Geceyi tanımaz, karanlıktan korkardım.
Belki de bu yüzden sevmedim dere kenarı gecelerini,
Unutmak istedim yalnızlık terminalindeki hikayeleri

Çok uzak bir galaksiden sesleniyorum meteorlara.
İçimde mahsur kalmış asteroidleri,
Büyük bir eksen kaymasında harcıyorum.
Patavatsız bir kumarbaz gibi...

Yalın olmalıydı, pürüzsüz olmalıydı.
Lakin hayat fazla kalabalıktı.
Bir başka sayacı daha kırıyorum göğsümde!
Hakaret sayılırdı, masumiyetim boyunca uzayan kaldırımları unutmak.
En büyük günahtan farksızdı, cenazemden kaçmak.

Derken yeni bir yaşam silsilesinin kucağında,
Mahşer gününe kurban gidiyordum aşk umuduyla.
Küllerim de yandı, anıtlarım da yıkıldı.
Olacak şey değildi elbette fakat,
Haytanın biriyle bir anlaşmam yoktu.
Ne tanrıya avuçlarımı açardım,
Ne de diğerlerinin ellerini tutardım.

İlk fermanımı, hasta gecenin ayazında imzaladım.
Şartlar ve sonuçlar, çelişkilerim kadar açıktı.
Fetvalara pek gerek duymamıştı yalnızlığın saltanatı.
Defalarca köşeye sıkıştırıldım, tüneller kazarak kaçtım.
Firari sevdalara tutuldum sonra, hala bileklerimdeydi kelepçeler.

''Tanıdığım en açık sözlü yalancıydın.'' demiştim.
Dinlemedi, hiçbir zaman dinlememişti zaten.
Yalnızca canı her sıkıldığında, başka kuyulara itmişti beni.

Unutulmaz bir arınıştı, verilen zaiyatlar,
Kağıtlara da saklanmıştı, saray kitabelerine de.
Mücevherler boğazımı keser olmuştu.
Karnım silahlarım kadar doluydu.
Tek problem, kusamıyor oluşumdu haksızlıkları.
Belki de bu yüzden, daha fazlasını tıktılar ağzıma.

İyi bilirim duvarların ardında hangi canavarın uyuduğunu.
Eğer uyandırırsanız onu uykusundan,
Çalacaktır en kıymetli hazinenizi, gözünü kırpmadan.
Pazarlayacaktır kuyumculara.
Sonrasında ise, yiyecektir sizi.
Kaçtığınızı zannedersiniz ama o çoktan girmiştir kafanızın içine.
Çoktan var olmuştur karanlık bahçelerinizde.

Büyük bir yangın çıkmıştı, kimin sorumlu olduğu ortadaydı.
Yeniden inşa ettiğim, bütün galaksi yine kül oldu.
Malzemem de yoktu artık, ruhum da.
Sancılarımla, sakladıklarımla birlikte,
Alem-i zulümatı terk ettim.
Ardımda yalnızca onu bıraktım,
Bir de diğerlerini...

Teslim edişlerim fazlaydı kendimi klasiklere.
Nehirler kuruyana, ağaçlar budanana dek,
Panzehirsiz akşam doğumlarında haykırdım.
Ancak o zamanlarda anlaşılırdı tek ölenin kendim olmadığı.
Bunu çok sert gecelerde, içkilerle unutmaya çalıştım.

Ufak bir ateşkesin ardından o kaldırımlara dönmüştüm.
Yeniden akıverdi kabullenişim, mahmurluk göstergelerimden.
Bazen hala da çalardı kapımı özlem.
Pencereden bakarak gitmesini bekler,
Gittiğinde ise bu sefer kapıyı ben çalardım.
Açmazdı tabii olarak.
Ruhum bükük bir şekilde çukuruma geri dönerdim.

Önce gitmeyi öğren, sonrasındaysa gelmeyi.
Önce öldürmeyi öğren, sonrasındaysa yaşatmayı.
Önce yalanı öğren, sonrasındaysa güvenmeyi.
Önce ölmeyi öğren, sonrasındaysa yaşamayı.

Mevsimler değiştikçe, çanlar daha heyecanlı çalar.
İnsanlar yalnızlaştıkça, ihanetler artar.
Gayrimeşru atlılar sarar etrafını.
Gökyüzü dahi kalmamıştır artık ortalıkta.
Geriye yaşamın gıcırtısı kalır yalnızca.

Ellerimde kalmamıştı, fazla bir seçeneğim.
Ya insanlığımın beni öldürmesine izin verecektim,
Ya da yalınlığa ulaşmak adına,
Masadakileri tek tek infaz edecektim.
Gizli yeminlerimden geriye dönecektim.

28 Mart 2020 Cumartesi

Bilinç


Salkım salkım, yaradılışın gereğiyle duran,
Gizli bir sözün yürek aynasında,
Durgun geçen bir an...
Karanlığa bel bağlamış birkaç yalan dolan,
Ağır ağır verilen alacağım var nefesi,
Hemen üstüne yakılan bir erdem sigarası...

Yollar, düşünceler boyunca düşüyorken,
Unutkan bir sahilin yanlış durağındayken,
Bir başka intiharlı sevdanın üzeri toz tutmuştu.
Bir başka buruk bir nefesin sesi unutulmuştu.

Çok yeminler edildi, çok ihanetler edildi.
Sevgisizliğin papazları da vaazlar verirdi.
Ulaşılmaz yarınları, bir gaz lambası gibi kullanıp,
Satarsak eğer hurdacının birine,
Ancak o zaman milyarderlerin koynunda uyuyabilirdik.
Ancak o zaman kirli bir toplumun parçası olabilirdik.

Kaygıdan ırak,
Bir masum bakışa, geçmişi layık görmekti,
Büyüklüğün, kör noktalarımıza hançerler saplamasının neticesi.
Eğer feda edilmeseydi savaşa giden aşıklar gibi,
Unutulup giderdi yaralarımın izleri.

Keşke bir öpücük kondurmasa gökyüzüne de,
Bu ruh aşarı alınan densiz cezayı heba görmese.
Bir türkü tuttursa uzaklardan,
Hani şu çocukluğumuzun geçtiği çayırlardan,
Çağlayarak gelse üzerimize doğru,
Anlasa, sonra da anlatsa...

Gelmezdi bilekleri burkulmuş, tecrübesizlik dolu heyecanlar.
Aksine, yanan bir sigara gibi, uçuverirlerdi öylece.
Daha gelmeden, giderlerdi sessizce.

Uzun süreli bir arınışın saygınlığı itibarıyla,
Çiçek açtı salkımlar, büyülendi aynadakiler.
Kimsenin kırgınlığımı göremediği bir anda,
Karıştım o müdavim okyanus akıntılarına.
Yolunu tuttum yeni yaşamların.

İnançsız bir deniz piyadesiydim.
Dik başlı bir korsan oldum.
Boş bir tuvaldim
Bir sanat eseri oldum.
Yitip giden bir karanlıktım,
Sonsuz bir gece oldum.
Çünkü gözcüyü korumaya mecburdum.
Aksi takdirde yakacaktı ormanı yok oluşum.

19 Mart 2020 Perşembe

Satranç


Saklanan bir göz, aniden hayatımızdan.
Birkaç gözyaşı demeti, içimizde hüzünle şahlanan.
Dilemek istediğim özürler ve zaruri bir sebepten kırbaçlanmak suçluluğu...
Okunmayacak, bilinmeyecek ve de hissedilmeyecek.

Gökyüzünden iğneler yağıyorken,
O izbe tepelerden yuvarlanmış eskiliğim.
An yok, tutunmak yok, sarılmaksa haram!
Kafiri de olsam, kendimi yakmanın bir kazancı yok!

Böyle geçecek bir ömür, ah bir geçmese!
Geçmese, birisi ölecek sanki!

Haklıydı, lakin bunun sonucunun ne kadar ıstıraplı olacağı hesaplanamazdı.
Tehlikeli bir yalnızlık haliyle, yeniden kaldırıyorum kadehimi hassasiyetime.
Krematoryumlar diledikleri kadar aksınlar damarlarımdan.

Acınası gün ölümlerinde haykırdığım, kaçıncı yok edişti bu?
Oysaki yok etmemiş yalnızca terk etmiştim.
Fakat hiçbir şey değişmedi, fark da etmedi.
Topuklarımın hemen ardından geçti yeni zamanlar.

Bırakmak, yapabildiğim en iyi şey,
Aynı zamanda da ne yazık ki en kötü şeydi.
Eğer iyi olsaydım, kanamazdım.
Eğer kötü olsaydım, uzaklaşmazdım.

Hayata uyum sağlamışken bir hamam böceği gibi,
Zannediyorken yalın ayak koşabileceğimi çayırlarda,
Yaşadığım en ağır kırgınlık, unutmamaktı.

Ne yaptım ben kendime, ne yaptım!?
Güzellik körlüğü müdür bunun tıptaki adı?
Yoksa bir başka cinayetin esrarlı kaçışı mı?
Bilmem gerekirdi, tanımam ve kendime sadık kalmam gerekirdi.

Bir ilkbahar sabahıydı, yaz gecesini de unutmamak lazımdı.
Aşk kadar temizdi fayanslar.
Ölüm, en az umut kadar yalnızdı.

Hangi, hangi şarap şişesine saklanmıştı bu ahval bilmecenin cevabı?
Bahtiyar geceler, beraberinde gelen tanımsız bir borçlu olma endişesi...
Paha biçilemezdi celladın anısına dağıtılmış hediyeler.

Er meydanında kılıç savururlardı pervasızca.
Son bağrışlarıydı, farkında değillerdi.
Yaralı bir sevginin ardından kalan son can tohumlarıydı sanki.
Ne acıydı ki bir çölün ortasındaydılar.
Ama yine de o tohumlar ekilecekti.
Çünkü bu, kralın vasiyetindeki son istekti.
Savaştan kısa bir süre önce kapamıştı gözlerini.
Birkaç dakikalığına kestirmek istemişti sadece.
Lakin bir daha açamadı gözlerini.
Uyanamadı o yorgunluk uykusundan...

Şimdiyse yüzyıllar geçti, feleğin çemberinden de geçildi.
Gökyüzü pek değişmedi belki ama, özür dilemek sanrısı aynıydı.
Belki de bazen yaşamaya çalışmak, yoklukla aynı yatağa girmek demekti.
Onunla sevişmek ve geride kalan birkaç nefes dolusu hakareti,
Bir akşam yemeği niyetine yemekti.
Karnım çoktan doydu benim.
Ama yüreğimse hala açtı.

Yenilikler toplanmadıkça,
Şüphesiz ki geride kalanlar içimden çıkartılacaktı.
Ya keskin bir bıçakla deşilerek,
Ya da ağlıyorken gülerek.

Yaşam hep aynıydı.
Ömrümüzün kaderi kaçınılmaz bir şekilde beyaz bir piyona benzerdi.
Eğer siyah olsaydı, yalnızca ama yalnızca birazcık daha az fedakarlıkta bulunacaktık.
Buna da pek lüzum yoktu zaten.
Hafızamın ölümüne satranç oynattığı bir başka akşamda,
Karanlığım tarafından mat edilecektim kuşkusuz.
Oyun bitmek üzereydi.
Son hamleler çoktan nefesimi kesmişti.
Özür dilerim, pek kalmadı savaşmaya mecalim.
Özür dilerim, özür dilerim...

15 Mart 2020 Pazar

İşkence


Tahrip edici, kutsal bir işkence...
Günahlar en az o volkan kadar yakıcıydı.
Her bağırışta biraz daha akardı yalnızlığın cıvıltısı.

Gizli bir sözdü, eğer açıklansaydı doğmadan ölürdü.
Eksik kalmış bir hatıraydı, eğer yaşansaydı ölmeden doğardı.

Geçip gitti, avuçlarıma birkaç mücevher verdi.
''İmkansız, hayır, henüz değil!'' dedi biri.
Ama ne yazık ki kırbaç darbeleriyle işkence devam etti.

Göğe uzanan salkımların arasında,
Bir ölüm çekimi gibiydi, hiç unutulmayacak cinsten.

Duvarların ardı yasaklıydı, eğer geçilirse yüreğim yanardı.
Çoktan kül olmuştu, gökyüzünü kirletemeden döküldü bilinç uçlarıma.
Bu, soysuzlaşmamış bir yaşayışın mükemmel bir serenatıydı.
Bu, bir başyapıttı lakin herkes sağırdı.

Göz alıcı saniyelerin altına saklanan acıydı gerçek.
Bu yüzden kimse kalmamıştı geriye dönecek.
''Durun, birkaç dakika verin bize!'' dedi biri.
Sanılanın aksine, işkence fütursuzca devam etti.

Delirircesine, biraz da severcesine,
Hissedercesine veyahut ölümden dahi gözetircesine,
Her resimciğin altına çekilmişti tebessümle.

Kaç kez yutulmuşsa karanlığa gezegenler kara delik yüzünden,
O kadar kez aklımı kesti, çaresizce boğulurken.

Son nefese ithafen gerçekleştirilen teslim olmak ihaneti,
Çığlıkların duvarlara çarpıp geri geldiği şüphe anında,
Dişlerimi aniden kırıp son bir savaşa sebebiyet verdi.
''Rahat bırakın bizi artık, çıkın gidin yalnızlığımızdan!'' dedi biri.
Büyük bir şaşkınlıkla, kırbaç darbeleri sessizliği terk etti...

Bu sadakate hakaret edenler birer ip bağladılar boyunlarına.
Onlar acımasızlığın cehennemine atladı,
Mahkumsa sonsuzluğa uçtu.
Onlar tek kullanımlık ömürlerini yok pahasına sattı,
Mahkumsa kanının boşaldığı mezara kavuştu.

''Yorgunluk ağır basıyorken yaşamaktan,
Yalnızlık akıyorken damarlarımdan,
Bu esaretten kurtulamak adına,
Yalanlar içinde olsam dahi doğruyu bulmak adına,
Bir sır seçip uğruna hayatımı adadım.
Nice özgürlükler ümidiyle kendimle savaştım.
Beyaz bayraklardan yoksun o savaş alanından,
Başka gönül kırgınlıklarıyla sağ çıktım.
Yine de çabaladım, en azından ben olmaya çalıştım''

6 Mart 2020 Cuma

Kaygı


Hiç yoktan, bir selam dahi vermeden ortaya çıktı.
Ve durmak nedir bilmeden,
Kör bir bıçak gibi nefesimi kesti farkındalık kaygısı.

Bakışlarım düşer yere balkonlardan.
Başını yukarıya hiç kaldırmayan bir budalanın şapkasını ıslatır.
Nice sözler armağan edilir çaresizliğime.

Yüreğim acır.
Yarası kabuk bağlamadığından,
Veyahut hançerler saplandığından değil,
Bir tümör gibi yayılan farkındalık kaygısından!

Islak bir yorgan gibi çökerdi üzerime.
Birkaç okkalı tokat atardı yüzüme.
Geçmişten uzaklaştıkça,
Kendime dahi yabancı kalınca,
Yüreğimi söküp atardı,
Yarınları öldüren farkındalık kaygısı.

Ah, bir sivrisinek ısırığı gibiydi umut!
Ne kadar fazlaysa, o kadar çok kaşınırdı içim.
Tüm düzeni rahatsız ederdi,
İçinde saklanan anarşizmle.

"Benim umudum var!" dedi biri.
"Bizi öldürmeye mi çalışıyorsun?" dedi öteki.

Kadehlere bakıldı, geçip giden zaman hatırlandı.
Kadehler tokuşturuldu, kısa süreliğine de olsa acılar unutuldu.

Yalnızlığımın kürklü montuyla geçerdim yanlarından.
Kutuplara meydan okuyan bakışlar toplardım yerlerden.
Başımı saygıyla öne eğerdim.

Ey, bana acı hariç her şeyi haram kılan,
Rüyalarımı gözlerimden alan,
Avcuma nihai karanlığı bırakan farkındalık kaygısı!

Hangi yüreğe zulmettim de çıkıp geldin, gitmek de bilmedin?
Hangi yaşam zerresinin üstüne toz kondurdum da beni mesul ettin?

Değişmeyecek bir gökyüzünün altında,
Kanayan yüzlerle çevrili bir hapishanede,
Bize kim olduğumuzu, olabileceğimizi unutturan bugünlerde,
Tek çözüm sükuta gömülmek midir?
Yoksa tenkit etmek midir hayatı densizin biriyle?

Dokunduğum tüm anıları yaktın.
Huzuru görebilecekken gözlerimi kapattın.
Yalnızlığımdan hoşnut olacakken kulağıma fısıldadın.
Tanıdığım en açıksözlü yalancıydın.

Bana özgürlükten söz ettin.
Ama beni bir hapishaneye hapsettin.
Gözyaşlarımı da alıp çekip gittin.
Tanıdığım en adaletsiz hakimdin.

28 Şubat 2020 Cuma

Krallık


Krallığımda öksürük sesleri...
Veremli bir gün batımından arda kalan neyse,
Zeval oldu elçilerime, sözlere ihanet edercesine.

Söz gelimi, büyük bir işkenceydi.
Aynı tokatlar, aynı çığlıklar.
Zamansa yalnızlıkla ağlamakta...

Ne kadar da acı!
Süreksiz bir karanlığın altında ezilen bir yalancı!
Onun kurduğu krallıklar mı getirecek huzuru?

Ağzımda yuvarlıyorum öfkeli cümlelerimi.
Anlaşılmıyor.
Duyguların yarattığı yıkımlar anlaşılmıyor!
Yüzüme benzer bir enkaz lakin,
Molozları gözyaşlarımdan türeme.

Sevdam yaşlanıyor, düşlerim yol boyunca uzuyor.
Bu nasıl bir hürriyet!
Kelepçelenmiş düşünceler...
Çatılardan düşen kirli bedenler...
Farklı bir katliam,
Ama en çok da içimdeki...

İçimdeki canavar yırtıp atıyor göğü üzerime.
Nefeslerim zorlaşıyor, göğsümdeki ağırlıktan.
Bir veya iki ne fark ederdi ki sayılar,
Gönlümün hesabı hayata uymayınca?

Azdan çok gitti hiç kaldı.
Benden geçmiş gitti, geleceğin ahı kaldı.

Borcu vardır yalnızlığımın yüreğime.
İsterse haraç kessin aydınlıktan,
İsterse bir silah doğrultsun ebediyete.
Yetmez...
Yetemez, yetmeyecek de!

Çünkü,
Mumlar çoktan eridi,
Ateş çoktan yaktı geçti bedenimi.
Yüreğimin külleri, gözlerimi kör etti.

Bu baktığım güzelim dalgalar,
Ne içindir ki bozardı sessizliğimi?

Bedenimi değil,
Ruhumu alın dedim size mavi katiller!
Ağlamam, sızlanmam.
Yaşlı adama da şikayet etmem.
Gelin, yanıma gelin.
Sakladığım cümlelerin altında,
Sonsuz bir haykırış yatmakta.

Anlamıyorsunuz, dinlemiyorsunuz.
Ama en çok da,
Bu cinayete aldırış etmiyorsunuz.

Saflığımı sarmalar gömleğim.
Düğmeleri sevgimdendir,
Yakalarıysa inancımdan.

Yırtmayın gömleğimi, koparmayın düğmelerini.
Öldürmeyin, cebimdeki beş kuruş misali bulunan,
O güzel tahayyüllerimi.

Kurtarın, kurtarın!
Bana bunu yapmayın!
İzin vermeyin, gördüklerimi soğuk bir mezara gömmeme.
Hiçbir cenazeyi kabul etmiyorum!

Krallığıma çıkan yollar taşlıydı elbette.
Bir geçebilseniz keşke...
Belki de çoktan çözülürdü bazı yanlışlar.
Belki de çoktan affedilirdi bazı hatalar.

18 Şubat 2020 Salı

Kanar


Sonsuz uykuya itilircesine,
Lakin daha çok,
Büyük bir eksen kaymasında vurulup yaralarıma dokunmak gibi.
Yaşam, tüm çıplaklığıyla geçerken yanımızdan,
Bizse, kaldırımlara takılıp düşeriz toyluğumuzdan.
Gece çoktan yağmıştır başımızın üstüne.
Bitmek nedir bilmeyen, ağır bir suskunluk misali.

Dudaklarımın arasında sıkışıp kalmış cümlelerimi,
İnfaz eden yüreğimin esiri olmuşum.
Bilmiyordum, henüz terk edememiştim çünkü.
Bir mıknatısın kendine çekişi gibi,
Toplanmıştı bilincimin ucu sivri iğneleri.
Bir dikebilsem o çalkantılı yalnızlık ezgisini...
Bir geçirebilsem cesetlerimin içinden...
Yüzü sararır hasretimin, veremli bir öksürük kirletir hiçliği.

Cesetler, cesetlerim!
Benim kan ağlayan gözlerim!
En çok da sevincim...
Vakit daralmıyor.
Vakit, şımarık bir çocuk gibi elimizden alıyor şüpheyi.
Mükemmel bir infazı meşru kılıyor.
Tabutlarsa tıpkı güller gibi omzumdan düşüyor.
Birkaç cenaze değiyor kara toprağa.
Yağmur, küçük bir kız çocuğunun hıçkırıklarına benziyor,
Rüzgarsa çığlıklarıma.

Dizlerimi kanatan bir mahcubiyet...
Özür dilemek sanrısı kendimizden...

Ey sonu olmayan, nefesimi kesen, beni iten yok olmak çabası,
Hangi acının gözyaşlarına sığındın da girdin kanıma?
Her yerde senin yaşantın.
Her sevilmemiş kalpte senin yıpratıcılığın.
Her melankoli ayazında senin fısıltın.
Rüyalarımı elimden alışın,
Banaysa karanlığı bırakışın...

Gözlerim olmadan da adımlar atabiliyorum artık fakat,
Gerçekte nasıl göründüklerini bilmek istiyorum.
Yakılabilecek bir mum yok.
Beslenebilecek bir masumiyet yok.
Soysuzlaşmak var.
Yarından medet umacak kadar hain olmak var.
Bırakıp gitmek de var,
Sükuta boyun eğip kalmak da...

Hiç mi canı yanmazdı, çanları çalarken ayrılığın?
Hiç mi gökyüzüne bakmazdı, külleri zehirlerken hayatın?

Alamadığım her nefeste,
Bir düş saklıdır.
Duyamadığım her seste,
Ruhum eksik kalır.
Sağır duymaz uydurur.
Yalnızlıksa baki kalır.
Ateş sürekli beni yakar da,
İçimdekiler kül olmaz.
Geriye eksik bir hayat kalır.
Ardına bakıp da,
Onu yaşatan olmaz.
Olamaz...

9 Şubat 2020 Pazar

İnanç


Hiçbir zaman, tutamayacaktım ellerimle.
İçimdeki bu kargaşa arşa çıksa bile!
Aylardan yalnızlık, günlerdense ölüm.
Başkaldırdığım bütün an kırıntılarını,
Avcuma sakladıktan sonra balkondan aşağıya atıyorum.
Büyük bir çaresizlik sarılıyor bacaklarıma.
Bana, bir yemin borçlusun!
Bana, bir aydınlık borçlusun!
Lakin kargalar dahi kaçıyor ay ışığından.
Yeni bir gece daha doğuyor gözbebeklerimde.
Tekrardan kendimi, kendimle cezalandırdığım saniyeye ithafen.
Yaktıklarımın külleri kör ediyor, mücadelemin o sürmeli gözlerini.
Anlamıyorsun, ihanetin bedelinin hangi duyguyu aldığını.
Görmüyorsun, bu dört tarafı yalanla sarılmış cehennemin bana ne yaptığını.
Bilmek de istemiyorsun, bakmak da.
Süregelen başka bir hikaye zannediyorsun bu kısa ömrü sen.
Bir gün şiirlerim ağlayacak.
Anılarımın kanları kirletecek bedenimi.
Birkaç omuz taşıyacak yalnızlığımı.
Sen ise galip geleceksin.
Sus, tüketme içimdeki tutulmamış yeminleri.
Benim tanrım, aradığım cevaplardır.
Bulamadığım bir sonsuzluk efsanesi değildir.
Benim peygamberim, satırlara kazıdığım acılarımdır.
Hiç var olmamış, manasız bir kazanç değildir.
Benim azrailim, dökmüş olduğum can yaşlarıdır.
Nefesimi benden çalacak bir canavar değildir.
Benim cennetim aşk, cehennemimse kirli bir yalnızlıktır.
Dinimse, henüz var olmamıştır.
Kitaplara veyahut mucizelere hiç lüzum yoktur.
Yaşamak yeterlidir.
Lakin, kanayarak yaşamak!
Hissedebiliyorum ağırlığı.
Saklayabiliyorum saflığı.
Sense, yalnızca yok etmek telaşındasın.
Sıra ona da gelecek fakat,
Mezarımdaki çiçekler açmadı henüz.
Topraklarsa çürütmedi içime attıklarımı.
Benden koparılan bir an...
Düşlerimden haraç kesen bir yalan...
Her daim beni sükuta iten bir yaşam...
Kalmaz, kalamaz kuytu köşe bir yerde yarattıklarım.
Benimle birlikte yanacak, ardındansa isyan edecekler.
Kelimelerden yoksun bu dünyayı,
Hafıza sarayımda cümlelerimle ezeceğim.
Elçileri kabul etmeden,
Ardımda bir delil dahi bırakmadan,
Sonsuzluğa gideceğim...

22 Ocak 2020 Çarşamba

Keder


Bakmaktan, yaşamaktan en çok da ağlamaktan acizlerdi,
Ruhum duyulur duyulmaz bir sesle naralar atıyorken.
Kendi esrarlı kaçışlarımın hemen ayak uçlarına bırakılmış veda mektuplarını,
Hayatın içindekiler kısmını henüz okumamış bir çocuk gibi okurdum.
Bir o kadar heyecanlı, bir o kadar da ağlamaklı.
Ne diye atıyorum ki kendimi gökyüzüne?
Kederden geçilmiyor o kirli kalabalıklar.
Hepsinin, hepsinin yüzünde aynı isyan var lakin hiç gerçek olamayacak bir türden.
Yani bir daha hiç birisini dinlemeyecekmişçesine.
Yani bir daha bir başka kalbi hiç hissetmeyecekmişçesine.
Bir miktar hüzün, biraz da yalnızlık koyuyorum kokteylime.
Şurup olarak da birkaç damla gözyaşı.
Seviştiğim ve henüz sevişemediğim karanlıklara kaldırıyorum kadehimi.
Ey yalnızlığın yaratıcısı!
Yalnız kalmamak için mi yarattın yalnızlığı?
Birazcık da olsa gülebilmek için mi paylaştın, dağıttın korkaklığını?
Sakın ama sakın gösterme merhametinin hastalıklı yüzünü!
Sakın gençliğimin yanışının ardından kalan külümü,
Üfleme gün ışığının henüz parçalanmadığı melankoli şehirlerine.
Üfleme ki kapanabilsin özlemini çektiğim geçmişin tokmaklı kapıları.
Sarmaşıklar acımadan saplıyorlar dikenlerini kanlı göğsüme.
Zaten günahım büyük, vurmayın ne kadar çirkin olduğumu yüzüme.
Bak, bir kez daha bir şiir ağladı avuçlarımızda.
Mısralarına aşkı sığdıramadan yok olup gitti uzaklara.
Oysaki barizdi kelimelerin yanına hangi duygunun geleceği,
Hangi cümlenin sonuna kimsesizliğin ekleneceği.
Yakılmak zorunda olan densiz şiirlerime denk gelirsen,
Değiştirme cinayetime ithafen yazılmış vasiyetimi.
Razıyım ben yoksunluğa.
Razıyım ben fütursuzca kanamaya.
Bir gün mürekkebim bitecek, kanımla devam edeceğim yazmaya.
Hatıralarımı bir ip gibi dizeceğim önlerine.
Bıçağa veyahut makasa hiç lüzum yok!
Bir iki yaralayan söz söylemeniz yeterli.
Zaten kendiliğinden kopup dağılırlar sonra.
Hiçliğin akıl almaz sahne kenarlarında dans eder sessizliğim.
Bu nasıl bir intihar?
Ne bir not vardı karşımda ne de bir ceset.
Ölüm dahi kokmuyordu koridorlar.
Yalnızca ama yalnızca bir düş vardı.
Perdeler iniyor yalnızlığın üstünde kıpkırmızı.
Alkışlar duyuyorum pek uzaklardan gelmeyen.
Yüzlerine bakıyorum, gülümsüyorlar.
Onlara bir şeyler fırlatıyorum, sonra yine gülümsüyorlar.
''Ben kanıyorum!'' diyorum kahkaha atıyorlar.
Manasız bir suçlulukla giriyorum sonsuzluğun kafesine.
Zincirliyorum inançlarımı.
Acı bir hayatı yavaş yavaş yudumluyorum.
Zihnim olmasa da duygularım uyuşuyor.
Gerisiyse tek kişilik bir tiyatro zaten.
Evlerine gittikten sonra hep o klasik senaryo.
Ruhumda bir gün ölür, acı doğar.
İçimde bir nefret büyür, aşk ise ağlar.
Sonrasındaysa yalın bir sükut geceyi kaplar.
Devam eder ölümlerim.
Devam eder yalnızlıkla olan serüvenim.
Devam eder...
Bitmek nedir bilmez.