31 Aralık 2019 Salı

Sükut


Ömrünü heba etmiş bir ışığın son nefesine gizlediği hiddeti,
Ve bu vurdumduymazlık intiharının sonsuz sükunetini,
Acıyla, çaresizlikle kazıyordum aklımın duvarlarına,
Ya da bitkin düşmüş kollarına.
Ayaklarımı kanatan sokaklardan ne zaman geçsem,
Gözyaşım dağılırdı artık.
Uğurlarına kendimi sattığım pazarlama cehennemlerinde,
Zebanilerimi avuçlarıma hapseder olmuşum.
Güneşin narince omuzlarını öptüğü tepelerde,
Çığlıklar atarak mahvolmuşum.
En kutsal vazifeme ihanet ettiğim kadehlerden,
Kabusların nefesimi kestiği gecelere dek,
Sürekli aynı zulmün içerisinde kaybolmuşum.
Patlamıyordu volkanlar, sönmüşlerdi,
Nasıl umudun yıldızları bir anda sönüyorsa.
Oysaki ben ebediyete dek,
Sevda başını alıp gidene dek,
Göze almıştım şiirlerimle yanmayı.
Ne yalnızlığımın kızgın magması kalmıştı ardımda,
Ne de arsızlığımın bol kıskaçlı okyanus akıntıları.
Kaybetmenin beraberinde alıp götürdüğü inanç,
Artık yok!
Sevmenin ruhumla birlikte beni yaktığı ateş,
Artık yok!
Boyun eğemeyecek kadar katılaşmak mıydı güçlü olmak?
Yoksa manasız bir çaba mıydı kendimi yaratmak?
Gözyaşlarıydı eskiden kalemimin mürekkebi.
Şimdi ise birkaç zaman kırıntısıyla harap ediyorum içimdeki suskun dizeleri.
Uyandım lakin hala devam etmekte yatağımda rüyalarım.
İlk kez nefret ediyordum kazanmaktan bu kadar.
Hiçi kazanmak adına varın tamamını tüketmek, vardan vazgeçmek.
Anlam bulmak adına tüm cevapları terk edip gitmek.
Lakin gidememek, öylesine bir iki kadeh kaldırıp tanrıya küfretmek.
Neden bir günah olarak sayıldı ki geçici fakat gerçek benliğim?
Neden bir hata olarak adlandırıldı ki sevgim?
Önce soğuğa terk edildim, biraz dayak yedim.
Sonra kanımla seviştim, karanlıkla bütünleştim.
Sonunda ise kendimle yüzleşip hayatın akışını seyrettim.
Kurduğum barajların tamamı,
Yalnız oluşum gerekçesiyle yıkıldı.
Sakladığım sözlerin hepsi,
Yaşamak yalanıyla yakıldı.
İznim olmadan, hiçbir soru sorulmadan,
Faşist bir ülkenin marşını ezberlettiler bana.
Mana taşımazdı artık hiçbir veda.
Beni geri getiremezdi artık hiçbir cefa.
Yalnızca geçip gider, cinayetler değişir.
Bitmek nedir bilmez.
Bildiğimi ya da en azından tahmin edebildiğimi zannederdim.
Göremedim yeni doğan günün ardına saklanmış olan çileyi.
Hissedemedim beni benden çalacak olan o müdavim sessizliği.
Hareket edemedim, izin vermediler bana.
Teslim ettim kendimi bu saygıdan yoksun dünyaya,
Ve de bu sonsuz sükuta.
Alıştım, belki de bu soysuzluğun içine karıştım.
Eskiden de yoktular, şimdi de yoklar.
Gelecekte ise anlamsızlar.
Ne ben ne de kanatlarını kesmiş minik bir serçe,
Bağırabilir, bozabilir bu soluksuz işkenceyi.
Kanaya kanaya, en çok da ağlaya ağlaya,
Sona erecekti bu hezimet.
Yeni şairler doğacak, inecekler yere gökyüzünden.
Ben bu amansız yollarda heba ederken kendimi,
Bana güzel bir şiir okuyacaklar.
Bana içi kanla dolu bir vasiyet bırakacaklar.

4 Aralık 2019 Çarşamba

Bekçi


Gaddar cümlecikler bir dans gösterisi sergiliyorken,
Türküler tutturarak volta atıyorken sokaklarda intihar,
Saklanmıştı, o güzel, hatalarımın üstünü örten düşünceler.
Yıldırımların ve yağmur damlalarının şımarttığı ormanlarda,
En çok ben kayboldum lakin yine de o ürkütücü yollarda koştum.
Aşkımı hapsettiğim dolabı defalarca tekmeliyorken,
Bir de ne göreyim benmişim hep varlığı çiğnenen!
Gözlerime baksalar nereye gideceklerini unuturlar,
O binlerce yıldır ruhumuzu tüketen kara umutlar.
İtaatkar bir yalnızlığın uyguladığı her bir emir,
Tırnaklarımı koparacak olan diğer zaman kırıntıları için,
Yalnızca ama yalnızca büyük bir ihanet demekti.
En büyük cezaymışım kendime ben.
En ufak sanatkarıymışım cinayetlerimin ben.
Tane tane akıyorken gözlerimden kirli akşamlar,
Kadehlerde harcamışım tek kullanımlık dizelerimi.
Hangi vicdanın koynunda, donmamak uğruna tükürecektim hayata?
Emsali görülmemiş, devasa bir savaş meydanında,
Kaskımı çıkarmış, kılıcımı ise mezarıma saplamışım.
Kainatın ölüm melekleri sürekli aynı hikayeden bahsederdi oysaki.
Avuçlarıma sığınan masumiyeti değil,
Boynumu kesen, hislerimi acımadan ezen yalnızlığımı yaymışım,
Bu sonsuzluğun kurak topraklarına bir peygamber misali.
Ciğerlerim parçalara ayrılıyordu.
Yaktıklarımın külleri ise çaresizliğimi okşuyordu.
Son nefesimi veriyormuşçasına,
Acıklı bir sahne oyununu sunar gibi,
Tanımlayamadığım bir hızla birlikte,
Hatıralarım geçiyordu gözlerimin önünden.
Gideceklerini zannediyorken tuttular her iki yakamdan.
Öpemiyordum kraliçenin dudaklarını.
Tutamıyordum o zarif ellerini.
Sarhoş olamıyordum saçlarının kokusuyla.
Sürekli aynı acı vuruşları kanatıyordu zihnimi.
Duyabildiğim tek ses yalnızlığın çığlığıydı.
Kulak astığım tek cümle kraliçenin çağrısıydı.
Birkaç kum tanesi girerdi ayakkabılarımın içine.
Zoraki bir isyanın attığı naralar ve gönlümün volkanlarıyla,
Kapatıyordum gökyüzünü bir kez daha gülmek adına.
Bir iki serzenişin hemen ardından gelen yanılgıları,
Sigaramın içine saklıyordum henüz yakmayacağım.
Eğer ki bir gün mahşerin atlıları geçerse,
Hala ne yazık ki nefes alan cesedimin üstünden,
Eğer ki bir gün opera binası yıkılır ve molozları çiğnerse kan kusan çocukluğumu,
Ancak ve ancak o zaman çekecektim içime aptallıklarımı.
Yeniden öten bülbüllerin,
Korkudan titriyorken yere düşürdüğü tüylerden birini,
Bir armağan olarak koluma kazıyacaktım.
Acınası ve günahlarla dolu saniyelerimi,
Böyle cenazelerin mezarlarına bir çiçek niyetine ekecektim.
Bir saat büyüyüp gelişecekti bu korkunç ütopyada.
Yasımı tutuyorken cinayetimin bekçileri,
İki soru hükmetti onların nasırlaşmış akıllarına:
''Ya mezar çökerse?''
''Ya bir gün yeniden yanımıza gelirse?''
Mutluluk tarafından aforoz edilmiştim belki de.
Fakat bu seslerden ırak yatakhanelerde,
Anlaşılırdı ebedi uykunun neye benzediği.
Gözlerim değil hayallerimin kapısı açık bir vaziyette,
Sonuna geliyordum bu kahramanını kaybetmiş hikayenin.
Dilediğim özürler yalnızca hakikati biraz daha anlamlandırdı.
Kestiğim bileklerse bugünkü vedayı kaçınılmaz kıldı.
Korku?
O yalnızca bir gözünü kaybetmiş,
Değer verdiği tek şey bahçesi olan,
İnsanlıktan yoksun yaşlı bir bunaktan farksızdı.
Karanlığa adım attığım her anda,
Sanki bu dünyaya fazlasıyla ışık saçıyormuşum gibi,
Eline bir tırpan alıp aydınlığımı iyice hırpalardı.
Kahkahalar atarak hakaretler yağdırırdım yere yığılmak üzere olan bedenine.
Kısa süreli bağırışların ardından, bir başıma kalırdım karanlıkta tekrardan.
Ayak izlerim unuttururken bana eksik kalmış bir yaşamı,
Kopan bir inci kolye gibi yere saçılırdı kelimelerim.
Üstlerine bastığım ölümsüz fikirlerim,
Böyle anlarda başlardı birkaç kadeh içmeye.
Gerisi acıydı, karanlıktı, seyircilerini terk etmiş bir sinemaydı.
Sürekli olarak dönerdi anılarımın çarkları.
Mola nedir bilmeden devam ederdi sergilenmeye zayıflığım.
Nasıl bir bağımlısıydım yok oluşun, orası meçhuldu.
Tıpkı iki farklı dünyanın birbirine bağlandığı cehennemin,
Hangi sokağında mutluluğun karşıma çıkacağı gibi.
Komplo teorilerine lüzum yoktu, ya da birkaç sayfalık gazetelere.
Ben bu labirentin içinde çoktan kaybolmuştum.
Başımı duvarlara çarptığım her anda, kendimi bir başka uçta bulmuşum.
Hayat kısa değildi, çektiğim acılar uzundu.
Cinayetimin failleri onlar değildi, yaşama karşı tutunuş mücadelelerimdi.
Bazı anlar unutulup giderdi belki bir kapı arasından lakin,
Arkalarında bıraktıkları bir ömür boyunca nefesimi keserdi.
Kurmaktan sakındığım, henüz kendimi bütünleştiremediğim cümlelerim,
Bazen duvarlar gibi üzerime gelirdi.
Ölmezdim, sevmezdim de böyle kısa vadeli cezaları zaten.
Ama bilirdim.
Hiçbir şeyi bilmediğim kadar,
Gökteki yalnız adama karşı gelişlerim kadar,
Hayata karşı aldığım siperlerde kendimi öldürüşlerim kadar,
Bilirdim fakat ölmezdim, ölemezdim.
Sadece yüreğime bakar,
Halini hatrını sorduktan sonra,
Devam ederdim karanlıkta dolaşmaya.
Bir kez daha sonuna gelinmişti şişenin.
Bir kez daha uğruna şiirler yazıldı gecenin.
Anlaşılan bugün yanıma gelmeye hevesi yokmuş ecelimin.
Eskiden bekçisi olmadığımı zannederdim kimsenin.
Yanılmıştım, ben bir bekçiydim.
Fakat ne kraliçeyi ne de seçkini beklerdim.
Ben yalnızca karanlığın, sonsuzluğun ve de hazinemin bekçisiydim.
Ben yalnızca ölümlerimin çaresiz ve delirmiş biricik şairiydim.