Karanlığın çepeçevre sardığı,
Hiçbir ışık hüzmesinin içine girmek için çabalamadığı,
Kayıp diyarları anlatan bir pencere kenarında,
İçim kan ağlıyordu geçmişi etrafta ararcasına.
Hatırlayamazdım o sert ayazlara meydan okuyarak,
Hayatını sahil kenarlarında inatla geçiren ve anlatan adamı.
Ne olduğunu tam olarak bilemediğim bir kış anında,
Rüzgar yüzünden göklere doğru uçuşmuş kağıtlar gibi,
Plansız, tahmin edilemeyecek bir çabukluk ve isyanla
birlikte,
Uzaklara gitti geçmişin dizinlerini aklında barındıran,
O aptal, yorgun, umutsuz, mutsuz, kayıp, dengesiz ve
meymenetsiz,
Gönlündekiler gördüğünüz bütün volkanlardan daha yakıcı
olan,
Şüphesiz ki tanrının acı çektirmeyi en çok sevdiği hayvan,
Gitti uzaklara yalınayak bir vaziyette,
Yanı başında aklındakilere eşlik eden dalgalara aldırmadan.
Kayboldu uzaklarda, yaşayıp geçirdiği tüm anılar,
Dolap kapaklarının ardına saklandıktan sonra.
Kendisini tanıyamayacak kadar kendisini yok edeceğini,
Bir daha uzaklara aynı gözlerle bakamayacağını,
O bile tahmin edememişti.
Bir gün doğmadı güneş, açmadı çiçekler, şakımadı bülbüller.
Devam ediyordu süreksiz karanlık.
Ne balkon kenarlarında içilen sigaralara saklanmıştı,
Ne de su bardaklarından dökülen hayatlara.
Akıtabileceğim bir şey kalmamıştı elimde.
Bir damla gözyaşı dahi dökemezdim.
Dolmazdı kadehlerim, güzel olmazdı kafam.
Bu yüzden umutlar çalardım en acı verici olanlardan.
Damarlarımı yakardı yaşamak bazen lakin,
Yeterli gelmezdi kudreti beni kül etmeye.
Şekil verilmiş odundan bozma masalarda,
Çalkalanırdı hiddetim, yumruklar savururdum uykuya.
Kırılırdı kemiklerim belki fakat,
Bir his oluşurdu yaralı vücudumun içinde:
‘’Hala hissedebiliyorum.’’
Bu yaşanmışlığın ardına yıldırım sesinden korkan kediler
gibi,
Saklanmıştı düşüncelerim ben onları tutamıyorken.
Bilmezlerdi ki geceleri hayallerimizin katilleri,
Geçmişte duyduğumuz kör sevinçlerimizdi.
Uzak kalmıştı yaşam benim yatağıma.
Unutmuştum gökyüzünün hangi renk olduğunu.
Yerlere sancılı bir şekilde,
Sanki doğum çığlıklarıymış gibi,
Durmaksızın sürten demir prangalarla birlikte,
Yalnız bile olamadığımın farkına varmıştım.
Gezegenler döndükçe devam ederdi yıldızlar sevişmeye.
Acırdı göz kapaklarım.
Kamaşırdı bir inciye benzeyen,
Ebediyete meydan okurcasına kanat çırpan düşüncelerim.
Aklımı bir dolma kalemin iç haznesine boşalttıktan sonra,
Düşünmeyi unutana dek devam edecektim yazmaya.
Yalnızca yazmayacaktım!
Bu kuru ve buruk aynı zamanda sahtekar boşluğun,
Derinliklerinden gelen bir ninni okuyacaktım,
Kendisini güçlü zanneden her yerden bitmenin kulaklarına.
Uykularından uyandıklarında fark edeceklerdi.
Bu kanlı defterlerin içinden dışarıya fırlama
mürekkeplerden,
Kabuslar akıyordu gün çekilmiş gözlerimizden.
Ölüm uzak bir kavram değildi ona bağı kalana.
Soğuk merdiven basamaklarını çıkarken,
Hissedemezdim içimde boğulanları ben.
Arzu edilen duyguların ve hiçliklerin maskelerinden,
Başımızı koyduğumuz yastığın hemen altında biten,
Yalın karanlık tüketiyordu zamanımızı,
Biz farkında bile değilken.
Sorarsanız eğer:
‘’Sen nasıl farkında vardın?’’
Ne ömrüm kaldı geriye ne de zamanım.
Anlatamamaktan yiyip bitirdi kendisini aklım.
Öksüz ruhum yeni bir yer bulamaz artık,
Bu dünyanın dişlerimizi titreten hapishane koğuşlarında.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder