Gece gündüz fark etmeden zamanın koynunda,
Yeni bir bilinmezin ötesine geçerek,
Dökerdim gözyaşlarımı çaresizce.
Acının ve kaybolmuşluğun getirdiği,
O acımasız rüyalardan koparılmayı,
Hiçbir zaman istemedim lakin yine de sevdim.
Dolunay kendisini gösterdiği her vakitte,
Gördükleri tarafından işkenceye maruz kalan,
Zihin kargaşası içinde kaybolmuş tüccarlar gibi,
Dolu dizgin hiç mola dahi vermeden sevdim.
Ne demek gerekirdi tüm bu olanların hepsine?
Uykudan mahrum, huzurdan ırak bir vaziyette,
Görmüştüm pencerelerin ardından gülümseyen,
O masum ve neşeli çocukluğumu.
Bedenim titrer ciğerlerim acı çekerdi.
Elimden kayıp giderdi ömrüm,
Ruhsuz bir parkenin kucağına.
İster istemez huzuru anımsardım bir gece vakti.
Ne kalmıştı geriye bu anılardan,
Bir saat mi yoksa bir kalem mi?
Fazla düşünmeye gerek yoktu oysaki.
Yalnızca ben kalmıştım geriye köşe bir yerin,
Ruhumu sarmalayan azgın sarmaşıklarında.
Kırgınlıkların arasından sızarak,
Bilincimi dolduran deli divane fikirlerim,
Yaratırdı yeryüzünün en haklı isyanını.
Kıvrılırdı bitkin bedenim bir dolabın arkasında,
Elleri karnında, gözleri kapalı lakin yaraları açık.
Bir cuma sabahıydı.
Tek bir seda duyuluyordu öteki yollardan.
O da beni uykumdan bölüyor olsa gerekti.
Değişim yeterli gelmezdi bazen yalnızlıktan ötürü.
Bir tiyatro sahnesinin ufaltılmış dekorlarına benzerdi,
Eşi benzeri görülmemiş fırtınalarım.
Nice oyunlara ve zamanlara tanıklık etmiş,
İstifini bir kere bile bozmamış,
Ufak yalnızca bir dekor gibi aynı zeminde,
Lakin farklı günlerde var olmuştu o fırtınalar.
Yalnızlığın ve kimsesizliğin oluşturduğu ayazları,
Ve sahillerden yetişme kasırgaları da unutmamak lazımdı.
En sert acının en dayanıklı tuğlasını kullanarak,
İnşa ettiğim o büyük duvarı bile,
Bir çırpıda delip geçer,
Yüzüne bile bakmadan yıkardı onu.
Molozların ve demirlerin altında,
Anlayışa ve zevke muhtaç kalan duygularım,
İşte bu zamanlarda dostu belledi yok oluşu.
Bir pazartesi sabahıydı hatırlıyorum.
Mücadelelere karşı beyaz bir bayrak çekilmesi sonucu,
Kabullenişin gözlerimden bir inci gibi dökülmesiyle,
Yazmıştım aklıma son bir şarkı daha.
Devam ediyordu gün doğumuna yakın zamanlarda,
El değmemiş narin çiçekler tek düze açmaya.
Sevda rüzgarları yumuşak bir tınıyla geçerdi.
Bu geçmişi anımsatan diyarlarda,
Kan lekesi gibi işlerdi kumullara şarap damlaları.
Her bir renk cümbüşünde ayrı bir anı,
Ayrı bir acı gizlenirdi yaratıklardan ırak.
Vaktinde öpülmüş ve öpülecek olan,
Bütün güzelliğin bağlayıcıları,
Çaresizlik içerisinde kendilerini sergiliyorlar.
Soğuktu deniz kenarları yine de,
Yanardı yüreğim durmaksızın aynı çığlıkları,
Gece gündüz demeden atarak yanardı,
Bir zamanlar geçmişin izlerine sahip olmadan.
Hangi duygu gerekirdi kadehlerden,
Çağlayan ak dereler gibi boşanmak için?
Ne kadar farkında olursak olalım,
Yaşanmış zorluklar ve sona eren hikayeler,
Tek gecelik bir uykunun içerisinde gizliydiler.
Dün gibi hatırlıyordum yıllar öncesini.
Şu duvar kenarlarında yıkardı kendini yalnızlığım.
Şu kirli perdelerin arkasında saklanırdı karanlığım.
İşlenilen büyük bir hatanın üstünden geçen,
O yüce zamana bir birim daha eklenmişti.
Birçok acıyı tattım ben,
Sen benim yüzüme bile bakmıyorken.
Bir gurmeden farksızdı artık zihnim.
Her türlü oyunu başarıyla oynamış,
Kendisine sahici bir rol kapmıştı.
O muydu gösterinin yıldızı?
Yoksa bu tiyatroyu kurdurtanlar mıydı?
Perdeler iniyor, yerler cilalanıyor, oyuncular sahneye çıkıyor...
Neyi anlatıyordu bu masumiyetten uzak tiyatro?
Her yerde gözlerini dört açmış,
Kırgın ve öfkeli çakalların koynunda,
Yeni yetme sevinçleri cebine dolduruyordu kimsesizin biri.
Koridorlarda, tavan aralarında ve de avuçlarımda,
Yankılanırdı sahtekarların naraları.
Karşılarına çıkmış tüm değişimleri,
Bir sigara izmariti gibi yere fırlatmış,
Yetmezmiş gibi bir de üstüne basmıştı.
Tırnaklarım devam ederdi uzamaya,
Aynı melodilerin içinde bulurdum kendimi sonra.
Bir tabut yürüyordu umutsuzluğun omuzlarında.
Ne için devam ediyordu yaşam kimse bilmez.
Kimdi ölen?
Hayatın virajlarından kurtulamadan,
Umudun yok olduğu bir bariyere çarparak ölen,
Yalnızca bir hayal miydi?
Yoksa bu süreksiz vedalaşma seremonisi,
Tanrının ortaya attığı bir kabulleniş sanatı mıydı?
En büyük sanatçısı da kendisi olsa gerekti.
Yeşil dolap aralarının içinden,
Yağmur dolu günlere dek uzanan,
Anımsanan hatıralarda gizliydi yeniden doğmak.
Boş bir tuvalden farksızdı vaktinde yüreğim.
Kirletildi sonra.
Tek kişi değildi ressam.
Ressam sizlerdiniz!
Sizin fırça darbelerinizde hayat buldum ben.
Akıllandım sonra aldım elime bir palet.
Siz beni göremiyorken hapsettim sizi bir çukurun içine.
Anlatılabilecek bir hikaye kalmamıştı geriye.
Çukurlar ve kurşun delikleriyle doldurmuştu yüreğimi zaman.
Dökülen gözyaşları nafileydi artık.
Çekilen acıdan ziyade,
Çektirelecek olan acılar önemliydi.
İntikam ateşi içinde yanıp tutuşurken,
Bir anne kadar affedici olmak gibiydi yaşamak.
Tüm yaşanabilecek hikayelerin sonlarına,
Bir ayraç bırakıp yeni aşkların peşinden koşmuştu,
O kim olduğunu unutmaya yaklaşmış adam.
Bilmezler ki yeni bir yıl demek,
Yeni bir ölüm ardından ise,
Yeni bir doğum demekti.
Çünkü bizlerin ve bizim olanların bir gayesi vardı.
Eğer sahipsen iyi bir yüreğe,
Vazgeçmeyeceksen gündüzü ve hayatı sevmekten,
Yaşayacaksan suya hasret çiçekler gibi,
Yaz bunu bir kenara gafil ve saf adam:
Hiçbir zaman var olamayacaksın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder