27 Aralık 2018 Perşembe

Çile


Yıllar boyunca kurumuş dudakların arasından çıkmayı bekleyen,
O şüphe ve acı veren dolu dizgin kelimeler,
Kırık bir kapının pervazlarından çıkarcasına çarpmasıyla,
Getirdi bu yok edici gecenin koynunda büyüyen çileyi.
Anlaşılması güçtü bu parkelerin üstünde,
''Son bir dans daha!'' diyerek atılan adımların,
Arkalarında saklanan zulmü fark etmek.
Dik duramazdım aynalardan korkunun yansıdığı,
O mahzun ve insanlığını yitirmiş öfkenin karşısında.
Hiçbir yok oluşun ardındaki korkuya benzemezdi,
O kırık gönüllerin altında ezilen çaresizlik.
Bedenlere indirilmemişti yalnızca darbeler.
Meraka ve duyguların merkezine ansızın,
Hiçbir şey söylemeden indirilmişti aynı zamanda,
Büyümenin getirdiği cesareti yok sayan darbeler.
Kim ve nasıl diyemeden donakalmıştı kudretim.
Bir darağacının buruk gülümsemelerini anlatan tepelerinde,
Donakalmıştı kaynağı belirsiz gerçekliğim.
Bir cenazeden farksızdı cenk meydanına benzeyen,
Densiz kapıların arkası.
Üçe kadar sayamadan atmıştım adımlarımı.
Geleceğim fal kurabiyelerindeki kağıtlarda saklıydı.
O denli değişken ve meçhuldu ki sorularımın cevapları,
Bir ok saplamıştı zaman yüreğimin en derin noktasına.
Bulutlar eli boş gelmiş olmamak amacıyla,
Başlardı gözyaşlarıyla korkularımı doldurmaya.
Kısık bir sesle anlatmıştım hayatımı duvarlara.
Bir gölge olurdu yanı başımda gece gündüz demeksizin.
Dilenen özürler ve edilen yeminler,
Büyük bir şehrin kanalizasyonuna doğru,
Yavaş yavaş ölüme daha da yaklaşan kağıttan bir gemi gibi,
Gidiyordu anlamsızlığın sonsuz mavilerine.
Acıtır mıydı bu yalnızlık senaryosunun başkahramanı olmak?
Acıtırdı oysaki eskiden.
Bir masumiyete sahiptim o zamanlar.
Gidersem eğer şimdi karakolun birine,
Düşersem elim kolum bağlı bir hapishane hücresine,
Duysun beni yeryüzündeki tüm zalimler!
Ne ben yaşatabildim umutlarımı,
Ne de ben yaşayabildim ömrümün en toy zamanlarını.
Kana kana içemezdim gençliğimin pınarlarını.
Kururdu dudaklarım çatlardı acımasızca.
Ufak yaralar oluşurdu neşemin ellerinde.
Yerlerde çivilerin eksik olmadığı,
Tımarhaneden bozma bir kütüphanede,
Açardım kapılarımı ulaşılmaz gönüllere.
Sayfaları okur bazen ise yırtardım.
Bir zil sesi yankılanır uzaklarda.
Şu ufak tepelerde kol gezen kabuslarda,
Arzulamıştım gözlerimi hemencecik açmayı.
Ey en akıllı kişisi dünyanın!
Söyle bana başka bir hayat daha var mıdır,
Yalnızlığımın ezeli dalgalarının ardında?
Ne kadar daha devam edecekti bu soğuk,
Kanımı büyük bir zevkle emen hayatta kalma mücadelesi?
Gökte parlayan yalnızlığın tozlarından,
Ve acının gök taşlarından oluşma yıldızlar,
Anlatmıştı bana uzun zaman önce bunları.
Üşürdü bedenim kıvrılırdı bir kenara düşüncelerim.
Saklardım yer döşemelerinin altına gördüklerimi.
''Tik tak'' sesleriyle dolduruyordum avuçlarımı.
Güzelliğin yeni yetme kandırmacalarından türeme,
Zaferlerim bakmazlardı meymeletsiz yüzüme.
Ayakkabı eskitir gibi tüketiyordum,
Tek gecelik sevinçlerimi,
Ve göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçen özgürlüğümü.
Hangi renge benzerdi kimsesizlik?
Siyaha mı yoksa kirletilmiş bir beyaza mı?
Etrafımdaki bütün sahtekarlar duyardı da bu çileyi,
Her zaman görmezlikten ve bilmezlikten gelirdi.
Uzanamazdı bu sefer kraliçenin elleri vücuduma.
Terk edemiyordu ruhum bedenimi.
Savaşta atını kaybetmiş bir savaşçı gibiydim.
Ne tarafa esiyorsa gökyüzünün fısıltıları,
İşte o tarafa götürüyordum sahip olduklarımı.
Ölüm uğramazdı belki ama,
Yorgunluk bir sis gibi çökerdi üstüme.
Bulamazdım huzuru hiçbir yerde.
Ne kendi içimde ne de öteki yerlerde.
Sadece kupkuru bir çaresizliği bulabilirdim.
Çorak gönüllere ekilmiş,
Hataların ve pişmanlıkların eksik olmadığı,
O göğü inleten bağırışların içinde,
Kulak asmazdı tanrı yakarışlara ve yalvarışlara.
Yalnızca yoktan varı yaratıp,
Yeryüzünün rastgele bir noktasına fırlatmıştı beni.
Gerisini ise büyük bir beyaz perdede,
En önde olacak şekilde izlerdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder