27 Aralık 2018 Perşembe

Seyyar

Gece gündüz  fark etmeden zamanın koynunda,
Yeni bir bilinmezin ötesine geçerek,
Dökerdim gözyaşlarımı çaresizce.
Acının ve kaybolmuşluğun getirdiği,
O acımasız rüyalardan koparılmayı,
Hiçbir zaman istemedim lakin yine de sevdim.
Dolunay kendisini gösterdiği her vakitte,
Gördükleri tarafından işkenceye maruz kalan,
Zihin kargaşası içinde kaybolmuş tüccarlar gibi,
Dolu dizgin hiç mola dahi vermeden sevdim.
Ne demek gerekirdi tüm bu olanların hepsine?
Uykudan mahrum, huzurdan ırak bir vaziyette,
Görmüştüm pencerelerin ardından gülümseyen,
O masum ve neşeli çocukluğumu.
Bedenim titrer ciğerlerim acı çekerdi.
Elimden kayıp giderdi ömrüm,
Ruhsuz bir parkenin kucağına.
İster istemez huzuru anımsardım bir gece vakti.
Ne kalmıştı geriye bu anılardan,
Bir saat mi yoksa bir kalem mi?
Fazla düşünmeye gerek yoktu oysaki.
Yalnızca ben kalmıştım geriye köşe bir yerin,
Ruhumu sarmalayan azgın sarmaşıklarında.
Kırgınlıkların arasından sızarak,
Bilincimi dolduran deli divane fikirlerim,
Yaratırdı yeryüzünün en haklı isyanını.
Kıvrılırdı bitkin bedenim bir dolabın arkasında,
Elleri karnında, gözleri kapalı lakin yaraları açık.
Bir cuma sabahıydı.
Tek bir seda duyuluyordu öteki yollardan.
O da beni uykumdan bölüyor olsa gerekti.
Değişim yeterli gelmezdi bazen yalnızlıktan ötürü.
Bir tiyatro sahnesinin ufaltılmış dekorlarına benzerdi,
Eşi benzeri görülmemiş fırtınalarım.
Nice oyunlara ve zamanlara tanıklık etmiş,
İstifini bir kere bile bozmamış,
Ufak yalnızca bir dekor gibi aynı zeminde,
Lakin farklı günlerde var olmuştu o fırtınalar.
Yalnızlığın ve kimsesizliğin oluşturduğu ayazları,
Ve sahillerden yetişme kasırgaları da unutmamak lazımdı.
En sert acının en dayanıklı tuğlasını kullanarak,
İnşa ettiğim o büyük duvarı bile,
Bir çırpıda delip geçer,
Yüzüne bile bakmadan yıkardı onu.
Molozların ve demirlerin altında,
Anlayışa ve zevke muhtaç kalan duygularım,
İşte bu zamanlarda dostu belledi yok oluşu.
Bir pazartesi sabahıydı hatırlıyorum.
Mücadelelere karşı beyaz bir bayrak çekilmesi sonucu,
Kabullenişin gözlerimden bir inci gibi dökülmesiyle,
Yazmıştım aklıma son bir şarkı daha.
Devam ediyordu gün doğumuna yakın zamanlarda,
El değmemiş narin çiçekler tek düze açmaya.
Sevda rüzgarları yumuşak bir tınıyla geçerdi.
Bu geçmişi anımsatan diyarlarda,
Kan lekesi gibi işlerdi kumullara şarap damlaları.
Her bir renk cümbüşünde ayrı bir anı,
Ayrı bir acı gizlenirdi yaratıklardan ırak.
Vaktinde öpülmüş ve öpülecek olan,
Bütün güzelliğin bağlayıcıları,
Çaresizlik içerisinde kendilerini sergiliyorlar.
Soğuktu deniz kenarları yine de,
Yanardı yüreğim  durmaksızın aynı  çığlıkları,
Gece gündüz demeden atarak yanardı,
Bir zamanlar geçmişin  izlerine sahip olmadan.
Hangi duygu gerekirdi kadehlerden,
Çağlayan ak dereler gibi boşanmak için?
Ne kadar farkında olursak olalım,
Yaşanmış zorluklar ve sona eren hikayeler,
Tek gecelik bir uykunun içerisinde gizliydiler.
Dün gibi hatırlıyordum yıllar öncesini.
Şu duvar kenarlarında yıkardı kendini yalnızlığım.
Şu kirli perdelerin arkasında saklanırdı karanlığım.
İşlenilen büyük  bir hatanın üstünden geçen,
O yüce zamana bir birim daha eklenmişti.
Birçok acıyı tattım ben,
Sen benim yüzüme bile bakmıyorken.
Bir gurmeden farksızdı artık zihnim.
Her türlü oyunu başarıyla oynamış,
Kendisine sahici bir rol kapmıştı.
O muydu gösterinin yıldızı?
Yoksa bu tiyatroyu kurdurtanlar mıydı?
Perdeler iniyor, yerler cilalanıyor, oyuncular sahneye çıkıyor...
Neyi anlatıyordu bu masumiyetten uzak tiyatro?
Her yerde gözlerini  dört açmış,
Kırgın ve öfkeli çakalların koynunda,
Yeni yetme sevinçleri cebine dolduruyordu kimsesizin biri.
Koridorlarda, tavan aralarında ve de avuçlarımda,
Yankılanırdı sahtekarların naraları.
Karşılarına çıkmış tüm değişimleri,
Bir sigara izmariti gibi yere fırlatmış,
Yetmezmiş gibi bir de üstüne basmıştı.
Tırnaklarım devam ederdi uzamaya,
Aynı melodilerin içinde bulurdum kendimi sonra.
Bir tabut yürüyordu umutsuzluğun omuzlarında.
Ne için devam ediyordu yaşam kimse bilmez.
Kimdi ölen?
Hayatın virajlarından kurtulamadan,
Umudun yok olduğu bir bariyere çarparak ölen,
Yalnızca bir hayal miydi?
Yoksa bu süreksiz vedalaşma seremonisi,
Tanrının ortaya attığı bir kabulleniş sanatı mıydı?
En büyük sanatçısı da kendisi olsa gerekti.
Yeşil dolap aralarının içinden,
Yağmur dolu günlere dek uzanan,
Anımsanan hatıralarda gizliydi yeniden doğmak.
Boş bir tuvalden farksızdı vaktinde yüreğim.
Kirletildi sonra.
Tek kişi değildi ressam.
Ressam sizlerdiniz!
Sizin fırça darbelerinizde hayat buldum ben.
Akıllandım sonra aldım elime bir palet.
Siz beni göremiyorken hapsettim sizi bir çukurun içine.
Anlatılabilecek bir hikaye kalmamıştı geriye.
Çukurlar ve kurşun delikleriyle doldurmuştu yüreğimi zaman.
Dökülen gözyaşları nafileydi artık.
Çekilen acıdan ziyade,
Çektirelecek olan acılar önemliydi.
İntikam ateşi içinde yanıp tutuşurken,
Bir anne kadar affedici olmak gibiydi yaşamak.
Tüm yaşanabilecek hikayelerin sonlarına,
Bir ayraç bırakıp yeni aşkların peşinden koşmuştu,
O kim olduğunu unutmaya yaklaşmış adam.
Bilmezler ki yeni bir yıl demek,
Yeni bir ölüm ardından ise,
Yeni bir doğum demekti.
Çünkü bizlerin ve bizim olanların bir gayesi vardı.
Eğer sahipsen iyi bir yüreğe,
Vazgeçmeyeceksen gündüzü ve hayatı sevmekten,
Yaşayacaksan suya hasret çiçekler gibi,
Yaz bunu bir kenara gafil ve saf adam:
Hiçbir zaman var olamayacaksın!

Çile


Yıllar boyunca kurumuş dudakların arasından çıkmayı bekleyen,
O şüphe ve acı veren dolu dizgin kelimeler,
Kırık bir kapının pervazlarından çıkarcasına çarpmasıyla,
Getirdi bu yok edici gecenin koynunda büyüyen çileyi.
Anlaşılması güçtü bu parkelerin üstünde,
''Son bir dans daha!'' diyerek atılan adımların,
Arkalarında saklanan zulmü fark etmek.
Dik duramazdım aynalardan korkunun yansıdığı,
O mahzun ve insanlığını yitirmiş öfkenin karşısında.
Hiçbir yok oluşun ardındaki korkuya benzemezdi,
O kırık gönüllerin altında ezilen çaresizlik.
Bedenlere indirilmemişti yalnızca darbeler.
Meraka ve duyguların merkezine ansızın,
Hiçbir şey söylemeden indirilmişti aynı zamanda,
Büyümenin getirdiği cesareti yok sayan darbeler.
Kim ve nasıl diyemeden donakalmıştı kudretim.
Bir darağacının buruk gülümsemelerini anlatan tepelerinde,
Donakalmıştı kaynağı belirsiz gerçekliğim.
Bir cenazeden farksızdı cenk meydanına benzeyen,
Densiz kapıların arkası.
Üçe kadar sayamadan atmıştım adımlarımı.
Geleceğim fal kurabiyelerindeki kağıtlarda saklıydı.
O denli değişken ve meçhuldu ki sorularımın cevapları,
Bir ok saplamıştı zaman yüreğimin en derin noktasına.
Bulutlar eli boş gelmiş olmamak amacıyla,
Başlardı gözyaşlarıyla korkularımı doldurmaya.
Kısık bir sesle anlatmıştım hayatımı duvarlara.
Bir gölge olurdu yanı başımda gece gündüz demeksizin.
Dilenen özürler ve edilen yeminler,
Büyük bir şehrin kanalizasyonuna doğru,
Yavaş yavaş ölüme daha da yaklaşan kağıttan bir gemi gibi,
Gidiyordu anlamsızlığın sonsuz mavilerine.
Acıtır mıydı bu yalnızlık senaryosunun başkahramanı olmak?
Acıtırdı oysaki eskiden.
Bir masumiyete sahiptim o zamanlar.
Gidersem eğer şimdi karakolun birine,
Düşersem elim kolum bağlı bir hapishane hücresine,
Duysun beni yeryüzündeki tüm zalimler!
Ne ben yaşatabildim umutlarımı,
Ne de ben yaşayabildim ömrümün en toy zamanlarını.
Kana kana içemezdim gençliğimin pınarlarını.
Kururdu dudaklarım çatlardı acımasızca.
Ufak yaralar oluşurdu neşemin ellerinde.
Yerlerde çivilerin eksik olmadığı,
Tımarhaneden bozma bir kütüphanede,
Açardım kapılarımı ulaşılmaz gönüllere.
Sayfaları okur bazen ise yırtardım.
Bir zil sesi yankılanır uzaklarda.
Şu ufak tepelerde kol gezen kabuslarda,
Arzulamıştım gözlerimi hemencecik açmayı.
Ey en akıllı kişisi dünyanın!
Söyle bana başka bir hayat daha var mıdır,
Yalnızlığımın ezeli dalgalarının ardında?
Ne kadar daha devam edecekti bu soğuk,
Kanımı büyük bir zevkle emen hayatta kalma mücadelesi?
Gökte parlayan yalnızlığın tozlarından,
Ve acının gök taşlarından oluşma yıldızlar,
Anlatmıştı bana uzun zaman önce bunları.
Üşürdü bedenim kıvrılırdı bir kenara düşüncelerim.
Saklardım yer döşemelerinin altına gördüklerimi.
''Tik tak'' sesleriyle dolduruyordum avuçlarımı.
Güzelliğin yeni yetme kandırmacalarından türeme,
Zaferlerim bakmazlardı meymeletsiz yüzüme.
Ayakkabı eskitir gibi tüketiyordum,
Tek gecelik sevinçlerimi,
Ve göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçen özgürlüğümü.
Hangi renge benzerdi kimsesizlik?
Siyaha mı yoksa kirletilmiş bir beyaza mı?
Etrafımdaki bütün sahtekarlar duyardı da bu çileyi,
Her zaman görmezlikten ve bilmezlikten gelirdi.
Uzanamazdı bu sefer kraliçenin elleri vücuduma.
Terk edemiyordu ruhum bedenimi.
Savaşta atını kaybetmiş bir savaşçı gibiydim.
Ne tarafa esiyorsa gökyüzünün fısıltıları,
İşte o tarafa götürüyordum sahip olduklarımı.
Ölüm uğramazdı belki ama,
Yorgunluk bir sis gibi çökerdi üstüme.
Bulamazdım huzuru hiçbir yerde.
Ne kendi içimde ne de öteki yerlerde.
Sadece kupkuru bir çaresizliği bulabilirdim.
Çorak gönüllere ekilmiş,
Hataların ve pişmanlıkların eksik olmadığı,
O göğü inleten bağırışların içinde,
Kulak asmazdı tanrı yakarışlara ve yalvarışlara.
Yalnızca yoktan varı yaratıp,
Yeryüzünün rastgele bir noktasına fırlatmıştı beni.
Gerisini ise büyük bir beyaz perdede,
En önde olacak şekilde izlerdi.

2 Aralık 2018 Pazar

Opera


Gökten düşmüş meleklerin bilekleri bağlı bir vaziyette,
Sabah akşam demeden şarkı söyledikleri bir opera binasının,
Cehennemin en derin noktasına kadar inen merdivenlerindeyim.
Gece boyunca uzayan duvarların içlerinden,
Bir kapı açıldı kimseyi göremiyorken.
Soğuk ay ışığının yapraklarında dans ettiği,
O ulu ve yaşlı çam ağacının köklerinden,
Bir parça mutluluk çalmıştım hayat nedir bilmeden.
Bu üstüne bastığım kaldırımlar,
Benim taşlaşmış mutluluğum mudur?
Her gün yüzlerce kez adım attığım,
Lakin hiçbir zaman üstünde durmadığım,
Yalnız kaldırımlarda mı harcadım sevgimi?
Büyük bir fırtına görüyorum uzaklardan gelen.
Yanında yalvarır gibi başını öne eğen ölüm tutsaklarının,
Yüzlerine dahi bakmadan gençliklerini biçip geçen,
Tek isteği yok oluş olan büyük bir fırtına...
Köşe başı yerlerde saklananların gerçek yüzünü,
Güneş'in yeryüzüne getirdiği yaşama hevesini yok ederek ortaya çıkaran,
Düşüncelerimin içine yerleşmişti o büyük fırtına.
Kapıyı çarparak terk ediyordum yaşanmışlıkları.
Sesler yankılanırdı cıvatası paslanmış kapıların arasından.
Verilen o masumiyetten ırak nefeslerde,
Anlamıştım korkunun bana çok uzak olduğunu.
Yavaş yavaş bir yere yetişme telaşından uzak olan,
İnsanların ellerine bir not bıraktı ansızın zaman.
Yakındı ölüm.
Ne bunu engelleyebilecek güçleri,
Ne de bunu kabul edebilecekleri bir çaresizlikleri vardı,
Bu giderek kaybolan günün ardında kalan insanların.
Kırmızı bir halı sermiştim gelecek olan acılarıma.
Güller, alkışlar ve şampanyalar da eksik olmayacaktı elbette.
Davetsiz misafirlere yer yoktu o gece.
Bir kapı daha açıldı bu sefer ne olduğu bilinmeden.
Büyük bir kızıllık kaplamıştı gökyüzünü.
Veda buselerini atlattıktan sonra,
Kendisini denize atan bir adamın aşkından ibaretti,
Bu haksızlıklarla dolup taşmış dünyanın akıbeti.
Bir sevdadan daha kurtulmuştu zaman.
Temize çekmiştim vaktinde tüm sevgimi.
Bacaları tüten vapurlar geçerdi hiçbir şey demeden.
Dalgalar olabildiğince büyürdü öfkeliyken.
Büyüyün, büyüyün dedim size güzelim mavi katiller!
Gök kubbenin yalancılığı boyunca uzayın ki,
Cepleri mücevherlerle dolup taşmış bedenimi götürün çok uzaklara.
Sürüklendi sonra bedenim durmaksızın.
Fakat vermedi son nefesini hiçbir zaman.
Bir gün vurdu kıyıya bedenim ansızın.
Geri döndüm sonra bilekleri bağlı meleklerin operasına.
Tahta yer döşemelerinin altından bir çift göz izliyordu beni hiç yoktan.
Bir çekiç aldım yerden kavradım onu kırık parmaklarımla.
Gün doğmadan uyanıp yüzümüze su çarptığımız andaki hiddet,
Ne kadar fazlaysa,
İşte o kadar çok vurdum o tahtaya.
Kraliçeydi beni tüm gün boyunca izleyen.
Daha ne kadar acı gerekiyordu dudaklarına ulaşmak için?
Yanı başıma getirdiklerin ve benden aldıkların,
Daha ne kadar süre devam edecekti var olmaya?
Sarılmak istedim sana tüm var oluşumla.
Ama sen benden kaçtın.
Yağmurdan kaçan kediler gibi kaçtın üstelik.
Hiçbir şey diyemezdim artık sana.
Eğer bir gün dost olursam zamanla,
Seni terk ettim sanma.
Aksine bu sana koşa koşa geleceğimin,
Mütemadiyen bir kanıtıdır.
Durmaksızın mücevherler çalıyordum kuyumculardan.
Bir ip bağladım ruhuma nedendir bilinmez.
Başladım tepesine tırmanmaya saat kulesinin.
Her bir galibiyet daha kazandığımı sandığım zaman,
Aynı sesi duyardı tüm insanlar.
Yüreğimden akan kanları mürekkep olarak kullanarak,
Yazıyordum dünyaya karşı olan son mektubumu.
Yalnızlığın delileri bir ağıt yakarlardı göğe bakarak.
Bulutlar, kuşlar ve uçaklar geçerdi.
Zaman geçerdi biraz da bu yaşanılanlara karşılık.
Ne kadardı insanın zaman karşısındaki değeri?
Düşünmeden yaratmıştı gökteki adam bizleri.
Düşünseydi eğer yaratmazdı.
Sevgiyi, nefreti, korkuyu ve bunun gibi aldatıcı,
Zamanımızı çalan hırsızların esiri olmuştuk.
Hayata karşı olan savaşımı ben,
Büyük bir örste öfke dolu bir şekilde yalnızlığımı demir gibi dövdüğümde başlattım.
Mükemmelliğin içinden dışarıya çıkacak olan bu silahı,
Zamanın yüreğinin tam ortasına saplayacak,
Hayatın üstesinden gelmiş olacaktım.
Çünkü ben tanrının dokunuşuna sahip değildim.
Ben yokluğun kıyısından bir başına gidip geri dönen,
Bir zaman savaşçısıydım.
Anlamsızlığın aynalardan yansıyıp,
Puslu geceleri aydınlatmasıyla,
Başladım gözyaşı dökmeye meleklere karşı.
İki yanımdan kırmızı perdeler inmeye başladı sonra.
Kraliçe yoktu bu sefer yanımda.
Son bir alkış, son bir tükeniş derken,
Başka bir melek indi yere gökyüzünden.
Bakamıyordum onun gözlerine.
Sesler giderek azalmış hiçbir şey duyamaz olmuştum.
İşte o an başladım cehennemin merdivenlerinden yuvarlanmaya.
Çünkü ben,
Bir parça mutluluk çalmıştım hayat nedir bilmeden.