Gece gündüz fark etmeden zamanın koynunda,
Yeni bir bilinmezin ötesine geçerek,
Dökerdim gözyaşlarımı çaresizce.
Acının ve kaybolmuşluğun getirdiği,
O acımasız rüyalardan koparılmayı,
Hiçbir zaman istemedim lakin yine de sevdim.
Dolunay kendisini gösterdiği her vakitte,
Gördükleri tarafından işkenceye maruz kalan,
Zihin kargaşası içinde kaybolmuş tüccarlar gibi,
Dolu dizgin hiç mola dahi vermeden sevdim.
Ne demek gerekirdi tüm bu olanların hepsine?
Uykudan mahrum, huzurdan ırak bir vaziyette,
Görmüştüm pencerelerin ardından gülümseyen,
O masum ve neşeli çocukluğumu.
Bedenim titrer ciğerlerim acı çekerdi.
Elimden kayıp giderdi ömrüm,
Ruhsuz bir parkenin kucağına.
İster istemez huzuru anımsardım bir gece vakti.
Ne kalmıştı geriye bu anılardan,
Bir saat mi yoksa bir kalem mi?
Fazla düşünmeye gerek yoktu oysaki.
Yalnızca ben kalmıştım geriye köşe bir yerin,
Ruhumu sarmalayan azgın sarmaşıklarında.
Kırgınlıkların arasından sızarak,
Bilincimi dolduran deli divane fikirlerim,
Yaratırdı yeryüzünün en haklı isyanını.
Kıvrılırdı bitkin bedenim bir dolabın arkasında,
Elleri karnında, gözleri kapalı lakin yaraları açık.
Bir cuma sabahıydı.
Tek bir seda duyuluyordu öteki yollardan.
O da beni uykumdan bölüyor olsa gerekti.
Değişim yeterli gelmezdi bazen yalnızlıktan ötürü.
Bir tiyatro sahnesinin ufaltılmış dekorlarına benzerdi,
Eşi benzeri görülmemiş fırtınalarım.
Nice oyunlara ve zamanlara tanıklık etmiş,
İstifini bir kere bile bozmamış,
Ufak yalnızca bir dekor gibi aynı zeminde,
Lakin farklı günlerde var olmuştu o fırtınalar.
Yalnızlığın ve kimsesizliğin oluşturduğu ayazları,
Ve sahillerden yetişme kasırgaları da unutmamak lazımdı.
En sert acının en dayanıklı tuğlasını kullanarak,
İnşa ettiğim o büyük duvarı bile,
Bir çırpıda delip geçer,
Yüzüne bile bakmadan yıkardı onu.
Molozların ve demirlerin altında,
Anlayışa ve zevke muhtaç kalan duygularım,
İşte bu zamanlarda dostu belledi yok oluşu.
Bir pazartesi sabahıydı hatırlıyorum.
Mücadelelere karşı beyaz bir bayrak çekilmesi sonucu,
Kabullenişin gözlerimden bir inci gibi dökülmesiyle,
Yazmıştım aklıma son bir şarkı daha.
Devam ediyordu gün doğumuna yakın zamanlarda,
El değmemiş narin çiçekler tek düze açmaya.
Sevda rüzgarları yumuşak bir tınıyla geçerdi.
Bu geçmişi anımsatan diyarlarda,
Kan lekesi gibi işlerdi kumullara şarap damlaları.
Her bir renk cümbüşünde ayrı bir anı,
Ayrı bir acı gizlenirdi yaratıklardan ırak.
Vaktinde öpülmüş ve öpülecek olan,
Bütün güzelliğin bağlayıcıları,
Çaresizlik içerisinde kendilerini sergiliyorlar.
Soğuktu deniz kenarları yine de,
Yanardı yüreğim durmaksızın aynı çığlıkları,
Gece gündüz demeden atarak yanardı,
Bir zamanlar geçmişin izlerine sahip olmadan.
Hangi duygu gerekirdi kadehlerden,
Çağlayan ak dereler gibi boşanmak için?
Ne kadar farkında olursak olalım,
Yaşanmış zorluklar ve sona eren hikayeler,
Tek gecelik bir uykunun içerisinde gizliydiler.
Dün gibi hatırlıyordum yıllar öncesini.
Şu duvar kenarlarında yıkardı kendini yalnızlığım.
Şu kirli perdelerin arkasında saklanırdı karanlığım.
İşlenilen büyük bir hatanın üstünden geçen,
O yüce zamana bir birim daha eklenmişti.
Birçok acıyı tattım ben,
Sen benim yüzüme bile bakmıyorken.
Bir gurmeden farksızdı artık zihnim.
Her türlü oyunu başarıyla oynamış,
Kendisine sahici bir rol kapmıştı.
O muydu gösterinin yıldızı?
Yoksa bu tiyatroyu kurdurtanlar mıydı?
Perdeler iniyor, yerler cilalanıyor, oyuncular sahneye çıkıyor...
Neyi anlatıyordu bu masumiyetten uzak tiyatro?
Her yerde gözlerini dört açmış,
Kırgın ve öfkeli çakalların koynunda,
Yeni yetme sevinçleri cebine dolduruyordu kimsesizin biri.
Koridorlarda, tavan aralarında ve de avuçlarımda,
Yankılanırdı sahtekarların naraları.
Karşılarına çıkmış tüm değişimleri,
Bir sigara izmariti gibi yere fırlatmış,
Yetmezmiş gibi bir de üstüne basmıştı.
Tırnaklarım devam ederdi uzamaya,
Aynı melodilerin içinde bulurdum kendimi sonra.
Bir tabut yürüyordu umutsuzluğun omuzlarında.
Ne için devam ediyordu yaşam kimse bilmez.
Kimdi ölen?
Hayatın virajlarından kurtulamadan,
Umudun yok olduğu bir bariyere çarparak ölen,
Yalnızca bir hayal miydi?
Yoksa bu süreksiz vedalaşma seremonisi,
Tanrının ortaya attığı bir kabulleniş sanatı mıydı?
En büyük sanatçısı da kendisi olsa gerekti.
Yeşil dolap aralarının içinden,
Yağmur dolu günlere dek uzanan,
Anımsanan hatıralarda gizliydi yeniden doğmak.
Boş bir tuvalden farksızdı vaktinde yüreğim.
Kirletildi sonra.
Tek kişi değildi ressam.
Ressam sizlerdiniz!
Sizin fırça darbelerinizde hayat buldum ben.
Akıllandım sonra aldım elime bir palet.
Siz beni göremiyorken hapsettim sizi bir çukurun içine.
Anlatılabilecek bir hikaye kalmamıştı geriye.
Çukurlar ve kurşun delikleriyle doldurmuştu yüreğimi zaman.
Dökülen gözyaşları nafileydi artık.
Çekilen acıdan ziyade,
Çektirelecek olan acılar önemliydi.
İntikam ateşi içinde yanıp tutuşurken,
Bir anne kadar affedici olmak gibiydi yaşamak.
Tüm yaşanabilecek hikayelerin sonlarına,
Bir ayraç bırakıp yeni aşkların peşinden koşmuştu,
O kim olduğunu unutmaya yaklaşmış adam.
Bilmezler ki yeni bir yıl demek,
Yeni bir ölüm ardından ise,
Yeni bir doğum demekti.
Çünkü bizlerin ve bizim olanların bir gayesi vardı.
Eğer sahipsen iyi bir yüreğe,
Vazgeçmeyeceksen gündüzü ve hayatı sevmekten,
Yaşayacaksan suya hasret çiçekler gibi,
Yaz bunu bir kenara gafil ve saf adam:
Hiçbir zaman var olamayacaksın!
Zaman devam ettiği ve ölüm var olduğu sürece yazacağım. Bu süreç içerisinde geçmiş ve geleceğin etkileri bu satırlara kazınacak. Eğer ben yazıyorsam dizelerimde ruhumdan da bir parça vardır.
27 Aralık 2018 Perşembe
Çile
Yıllar boyunca kurumuş dudakların arasından çıkmayı bekleyen,
O şüphe ve acı veren dolu dizgin kelimeler,
Kırık bir kapının pervazlarından çıkarcasına çarpmasıyla,
Getirdi bu yok edici gecenin koynunda büyüyen çileyi.
Anlaşılması güçtü bu parkelerin üstünde,
''Son bir dans daha!'' diyerek atılan adımların,
Arkalarında saklanan zulmü fark etmek.
Dik duramazdım aynalardan korkunun yansıdığı,
O mahzun ve insanlığını yitirmiş öfkenin karşısında.
Hiçbir yok oluşun ardındaki korkuya benzemezdi,
O kırık gönüllerin altında ezilen çaresizlik.
Bedenlere indirilmemişti yalnızca darbeler.
Meraka ve duyguların merkezine ansızın,
Hiçbir şey söylemeden indirilmişti aynı zamanda,
Büyümenin getirdiği cesareti yok sayan darbeler.
Kim ve nasıl diyemeden donakalmıştı kudretim.
Bir darağacının buruk gülümsemelerini anlatan tepelerinde,
Donakalmıştı kaynağı belirsiz gerçekliğim.
Bir cenazeden farksızdı cenk meydanına benzeyen,
Densiz kapıların arkası.
Üçe kadar sayamadan atmıştım adımlarımı.
Geleceğim fal kurabiyelerindeki kağıtlarda saklıydı.
O denli değişken ve meçhuldu ki sorularımın cevapları,
Bir ok saplamıştı zaman yüreğimin en derin noktasına.
Bulutlar eli boş gelmiş olmamak amacıyla,
Başlardı gözyaşlarıyla korkularımı doldurmaya.
Kısık bir sesle anlatmıştım hayatımı duvarlara.
Bir gölge olurdu yanı başımda gece gündüz demeksizin.
Dilenen özürler ve edilen yeminler,
Büyük bir şehrin kanalizasyonuna doğru,
Yavaş yavaş ölüme daha da yaklaşan kağıttan bir gemi gibi,
Gidiyordu anlamsızlığın sonsuz mavilerine.
Acıtır mıydı bu yalnızlık senaryosunun başkahramanı olmak?
Acıtırdı oysaki eskiden.
Bir masumiyete sahiptim o zamanlar.
Gidersem eğer şimdi karakolun birine,
Düşersem elim kolum bağlı bir hapishane hücresine,
Duysun beni yeryüzündeki tüm zalimler!
Ne ben yaşatabildim umutlarımı,
Ne de ben yaşayabildim ömrümün en toy zamanlarını.
Kana kana içemezdim gençliğimin pınarlarını.
Kururdu dudaklarım çatlardı acımasızca.
Ufak yaralar oluşurdu neşemin ellerinde.
Yerlerde çivilerin eksik olmadığı,
Tımarhaneden bozma bir kütüphanede,
Açardım kapılarımı ulaşılmaz gönüllere.
Sayfaları okur bazen ise yırtardım.
Bir zil sesi yankılanır uzaklarda.
Şu ufak tepelerde kol gezen kabuslarda,
Arzulamıştım gözlerimi hemencecik açmayı.
Ey en akıllı kişisi dünyanın!
Söyle bana başka bir hayat daha var mıdır,
Yalnızlığımın ezeli dalgalarının ardında?
Ne kadar daha devam edecekti bu soğuk,
Kanımı büyük bir zevkle emen hayatta kalma mücadelesi?
Gökte parlayan yalnızlığın tozlarından,
Ve acının gök taşlarından oluşma yıldızlar,
Anlatmıştı bana uzun zaman önce bunları.
Üşürdü bedenim kıvrılırdı bir kenara düşüncelerim.
Saklardım yer döşemelerinin altına gördüklerimi.
''Tik tak'' sesleriyle dolduruyordum avuçlarımı.
Güzelliğin yeni yetme kandırmacalarından türeme,
Zaferlerim bakmazlardı meymeletsiz yüzüme.
Ayakkabı eskitir gibi tüketiyordum,
Tek gecelik sevinçlerimi,
Ve göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçen özgürlüğümü.
Hangi renge benzerdi kimsesizlik?
Siyaha mı yoksa kirletilmiş bir beyaza mı?
Etrafımdaki bütün sahtekarlar duyardı da bu çileyi,
Her zaman görmezlikten ve bilmezlikten gelirdi.
Uzanamazdı bu sefer kraliçenin elleri vücuduma.
Terk edemiyordu ruhum bedenimi.
Savaşta atını kaybetmiş bir savaşçı gibiydim.
Ne tarafa esiyorsa gökyüzünün fısıltıları,
İşte o tarafa götürüyordum sahip olduklarımı.
Ölüm uğramazdı belki ama,
Yorgunluk bir sis gibi çökerdi üstüme.
Bulamazdım huzuru hiçbir yerde.
Ne kendi içimde ne de öteki yerlerde.
Sadece kupkuru bir çaresizliği bulabilirdim.
Çorak gönüllere ekilmiş,
Hataların ve pişmanlıkların eksik olmadığı,
O göğü inleten bağırışların içinde,
Kulak asmazdı tanrı yakarışlara ve yalvarışlara.
Yalnızca yoktan varı yaratıp,
Yeryüzünün rastgele bir noktasına fırlatmıştı beni.
Gerisini ise büyük bir beyaz perdede,
En önde olacak şekilde izlerdi.
2 Aralık 2018 Pazar
Opera
Gökten düşmüş meleklerin bilekleri bağlı bir vaziyette,
Sabah akşam demeden şarkı söyledikleri bir opera binasının,
Cehennemin en derin noktasına kadar inen merdivenlerindeyim.
Gece boyunca uzayan duvarların içlerinden,
Bir kapı açıldı kimseyi göremiyorken.
Soğuk ay ışığının yapraklarında dans ettiği,
O ulu ve yaşlı çam ağacının köklerinden,
Bir parça mutluluk çalmıştım hayat nedir bilmeden.
Bu üstüne bastığım kaldırımlar,
Benim taşlaşmış mutluluğum mudur?
Her gün yüzlerce kez adım attığım,
Lakin hiçbir zaman üstünde durmadığım,
Yalnız kaldırımlarda mı harcadım sevgimi?
Büyük bir fırtına görüyorum uzaklardan gelen.
Yanında yalvarır gibi başını öne eğen ölüm tutsaklarının,
Yüzlerine dahi bakmadan gençliklerini biçip geçen,
Tek isteği yok oluş olan büyük bir fırtına...
Köşe başı yerlerde saklananların gerçek yüzünü,
Güneş'in yeryüzüne getirdiği yaşama hevesini yok ederek ortaya çıkaran,
Düşüncelerimin içine yerleşmişti o büyük fırtına.
Kapıyı çarparak terk ediyordum yaşanmışlıkları.
Sesler yankılanırdı cıvatası paslanmış kapıların arasından.
Verilen o masumiyetten ırak nefeslerde,
Anlamıştım korkunun bana çok uzak olduğunu.
Yavaş yavaş bir yere yetişme telaşından uzak olan,
İnsanların ellerine bir not bıraktı ansızın zaman.
Yakındı ölüm.
Ne bunu engelleyebilecek güçleri,
Ne de bunu kabul edebilecekleri bir çaresizlikleri vardı,
Bu giderek kaybolan günün ardında kalan insanların.
Kırmızı bir halı sermiştim gelecek olan acılarıma.
Güller, alkışlar ve şampanyalar da eksik olmayacaktı elbette.
Davetsiz misafirlere yer yoktu o gece.
Bir kapı daha açıldı bu sefer ne olduğu bilinmeden.
Büyük bir kızıllık kaplamıştı gökyüzünü.
Veda buselerini atlattıktan sonra,
Kendisini denize atan bir adamın aşkından ibaretti,
Bu haksızlıklarla dolup taşmış dünyanın akıbeti.
Bir sevdadan daha kurtulmuştu zaman.
Temize çekmiştim vaktinde tüm sevgimi.
Bacaları tüten vapurlar geçerdi hiçbir şey demeden.
Dalgalar olabildiğince büyürdü öfkeliyken.
Büyüyün, büyüyün dedim size güzelim mavi katiller!
Gök kubbenin yalancılığı boyunca uzayın ki,
Cepleri mücevherlerle dolup taşmış bedenimi götürün çok uzaklara.
Sürüklendi sonra bedenim durmaksızın.
Fakat vermedi son nefesini hiçbir zaman.
Bir gün vurdu kıyıya bedenim ansızın.
Geri döndüm sonra bilekleri bağlı meleklerin operasına.
Tahta yer döşemelerinin altından bir çift göz izliyordu beni hiç yoktan.
Bir çekiç aldım yerden kavradım onu kırık parmaklarımla.
Gün doğmadan uyanıp yüzümüze su çarptığımız andaki hiddet,
Ne kadar fazlaysa,
İşte o kadar çok vurdum o tahtaya.
Kraliçeydi beni tüm gün boyunca izleyen.
Daha ne kadar acı gerekiyordu dudaklarına ulaşmak için?
Yanı başıma getirdiklerin ve benden aldıkların,
Daha ne kadar süre devam edecekti var olmaya?
Sarılmak istedim sana tüm var oluşumla.
Ama sen benden kaçtın.
Yağmurdan kaçan kediler gibi kaçtın üstelik.
Hiçbir şey diyemezdim artık sana.
Eğer bir gün dost olursam zamanla,
Seni terk ettim sanma.
Aksine bu sana koşa koşa geleceğimin,
Mütemadiyen bir kanıtıdır.
Durmaksızın mücevherler çalıyordum kuyumculardan.
Bir ip bağladım ruhuma nedendir bilinmez.
Başladım tepesine tırmanmaya saat kulesinin.
Her bir galibiyet daha kazandığımı sandığım zaman,
Aynı sesi duyardı tüm insanlar.
Yüreğimden akan kanları mürekkep olarak kullanarak,
Yazıyordum dünyaya karşı olan son mektubumu.
Yalnızlığın delileri bir ağıt yakarlardı göğe bakarak.
Bulutlar, kuşlar ve uçaklar geçerdi.
Zaman geçerdi biraz da bu yaşanılanlara karşılık.
Ne kadardı insanın zaman karşısındaki değeri?
Düşünmeden yaratmıştı gökteki adam bizleri.
Düşünseydi eğer yaratmazdı.
Sevgiyi, nefreti, korkuyu ve bunun gibi aldatıcı,
Zamanımızı çalan hırsızların esiri olmuştuk.
Hayata karşı olan savaşımı ben,
Büyük bir örste öfke dolu bir şekilde yalnızlığımı demir gibi dövdüğümde başlattım.
Mükemmelliğin içinden dışarıya çıkacak olan bu silahı,
Zamanın yüreğinin tam ortasına saplayacak,
Hayatın üstesinden gelmiş olacaktım.
Çünkü ben tanrının dokunuşuna sahip değildim.
Ben yokluğun kıyısından bir başına gidip geri dönen,
Bir zaman savaşçısıydım.
Anlamsızlığın aynalardan yansıyıp,
Puslu geceleri aydınlatmasıyla,
Başladım gözyaşı dökmeye meleklere karşı.
İki yanımdan kırmızı perdeler inmeye başladı sonra.
Kraliçe yoktu bu sefer yanımda.
Son bir alkış, son bir tükeniş derken,
Başka bir melek indi yere gökyüzünden.
Bakamıyordum onun gözlerine.
Sesler giderek azalmış hiçbir şey duyamaz olmuştum.
İşte o an başladım cehennemin merdivenlerinden yuvarlanmaya.
Çünkü ben,
Bir parça mutluluk çalmıştım hayat nedir bilmeden.
25 Kasım 2018 Pazar
Yanılgı
Bir volkan gibi ansızın patladı acılar.
Huzurlu göğün üstünde bir başına gezen bulutların,
Yüreğini ve bedenlerini delip geçerek.
Güç ve yeni bir
kimliği elde etmek amacıyla,
Verilmiş bütün mücadeleleri,
Acımasızca yok saydı eski benliğim.
Gözyaşı dökmek kadar zordu onu yenmek.
Neler başarmıştı oysaki bu çelimsiz adam.
Korkutucu gecelerin yüreğine bir ok saplamış,
Ondan akan kanları kadehlere doldurup içmişti.
Hiçbir acıyı tanımıyordu.
Özgürlüğün arzularıyla donatılmış bir arenada,
Bütün düşmanlarını yenmiş bir gladyatör gibiydi ruhum.
Bu zorlu zaferleri dillerinden düşürmüyordu izleyiciler.
Yeniden doğmanın getirdiği tüm o farklılıklar,
Mükemmelliyetler ve çabalar,
Soğuk bir günün ortasında yok oldular.
Zaman bile unutmuştu oysaki bana nasıl dokunacağını.
Bu noksan diyarların sokaklarında,
Hayatım boyunca yürümüştüm meçhul cevaplar uğruna.
Hiçbir zaman dolmadı avuçlarımın içi huzurla.
Sevilen ve dokunulan tüm o yaralı bedenler,
Sahip olduğum en büyük yalanlarmış meğer.
Esiriydim eskiden hayatın izbe tepelerinde.
Öğretmenler, askerler ve melekler tanıdım onlarca,
Lakin hepsi birer kandırmacadan ibaretmiş.
Köpük köpük ayağımın ucuna gelen dalgalarda,
Yok etmişim geleceğe dair umutlarımı.
Ağrılar ve kafa karıştıran rüyalarla doldurmuştum yerini,
O yakıcı ve ömrümü tüketen gecede.
Onlarca şiir yazmıştım bu yalnızlığı,
Hiç ara vermeksizin anlatmak için.
Bir kül gibi uçup gittiler gözümün önünden.
Yeni güneşler doğmuştu eskilerin ardından.
Var oluşum boyunca mahsur kaldığım parmaklıkları,
Geceler boyu yüreğime saplamıştım kaybolmuşken.
Görmüştüm bir harita olarak mükemmelliyeti.
İçimde varlığını sürdüren bu ahval keder,
Ne zaman dalsam uykuya beni kendisine çeker.
Üşüyen ellerimle dökmüştüm yanılgılarımı bir kağıda.
Hepsi birer yalanmış kurulan dostlukların.
Sahip olunan ve yaşanılan tüm o aşklar,
Aşk zannettiğim duyguların tamamı,
Anlamsızdı o gece döktüğüm düşüncelerimin yanında.
Nakış nakış işlemiştim aşkımı beyaz bir kağıda.
Sanat eserleri, tuvaller, şaheserler ve geçirilen günler,
Kalakalmış yokluğun aynasında.
Gözlerimden fırlayamazdı bu adamın hiddeti.
Neye sahipse atmıştı bir cam kenarına.
Martılar ötmezdi bugün bu güzelim mavilerde.
Bir ben kalmıştım yapayalnız bir de içimdeki.
Söylenmiş sözlerin altında kalan,
Vaktinde atılmamış adımların getirdiği bir pişmanlık,
Çöküvermişti hayatıma selam dahi vermeden.
Dostum bellemiştim bütün yok
oluşların,
Tutuculuğunu ve yaradılışını
barındıran ölümü.
Geleceğin güzel sayılabilecek tahayyüllerini,
Bir yaz akşamında kitlemiştim bir
dolabın içine.
Aylar ve nice ömürler geçerdi
sonra.
Hiçbir şey kalmamıştı ortalıkta.
Yeni bir ev yarattım kendime
çaresizliğin kalbinin,
En derin noktasının tam da içine.
Akıp giden zamana ayak
uyduramayan,
Gözleri kapalı yaşayan ölüler,
Böyle zamanlarda çaldılar kapımı
hiçbir şey getirmeden.
Tüm gün aynı şarkı çalıyordu
zihnimde.
Kırgınlıklarım ve özümsediğim
hayatlar,
Bir sır gibi yerin altına
saklandılar.
Ufuktaki dağların koynundan kopup
gelen,
Aptal ve anlamsız heyecanlar,
Bir kılıç saplayıp gittiler
yüzüme bile bakmadan.
Şaka bir yana kaç yüze sahipti
bedenim?
Uğruna hayatımı döktüğüm
yalancılara,
Karşı koymadan eğiyordum boynumu
artık.
Zihinlere ev sahipliği yapan
tarihleri,
Ve edilen bir iki çift lafları,
Yavaş yavaş ölüme daha da
yaklaşarak unutuyordum.
Savaşçı ve canavar arasında
sergilenen mücadeleler,
O soğuk günün ortasında yitip
gittiler.
Savaşçı bir mezar kazmıştı
kendisine.
Canavar ise kafesine
zincirlemişti kendisini.
Kapatmıştı gözlerini gözcü artık
ebediyete,
Veya yeni bir ölüme tanık olana
dek.
Bulmuştum harabe olan otel
odalarının kapısından bir veda hediyesi.
Kimden olduğunu bilmeden atmıştım
o kutuyu,
Kazmış olduğum en derin çukurun
içine.
Bilmiyordun düşüncelerimin
hiçbirini esasen.
Yalnızca çektiğim acıların
çilesinden,
Ve içtiğim birkaç sigaradan
ibaretti beni tanımışlığın.
İmkansız yarınlara uzatmış
olduğum ellerimi,
Bileklerinden olacak şekilde
kesmiştim kör bir bıçakla.
Yaratıcılarımın diğerlerini
yaktığım bir ateşin içinde,
Ölüme terk etmiştim uzun zaman
önce.
Bir ağıt yakmıştım ruhumda
onların anısına.
Boş bakışlarla dolduruyordum
günlerimi.
Ne kenarda ağlayan insanların
yüzüne bakardım,
Ne de yağmurun altında üşümüş
sevgime.
Sadece kırık kaldırımlarda
geçiriyordum hayatımı.
Bir durgunluk gelirdi yanıma
aniden.
Kırdığım bütün kapıları ve
duvarları,
Arkama döndüğümde göremez
olmuştum artık.
Geçmiş zamanlardan kalma
duygularım,
Kısa bir süreliğine bile olsa
yeniden doğmuştu alevlerden.
Tüm yalnızlığımı bile kapatacak
kadar büyük olan,
O bulutların arasından yansıyan
soğuk gün ışığı,
Öldürdüğüm bütün benleri,
Vuruyordu yüzüme bir tokat
misali.
Acımasızlaştırmıştı beni çektiğim
acılar.
Unutmuştum eski düzende kaybolan
o çelimsiz adamın,
Yüz karartan eksik yaşamını.
Birkaç anıyı ve olayı hatırlardım
biraz.
O güzelim ve nefret edilesi
gecelerin şafağında,
Duvarlara astığım yeminlerin
çerçevelerini,
Fırlatmıştım öfkenin
sonsuzluğuna.
Benimsenen ilkelere sırtını
dönmüş,
Sahip olduğu tek şey değersiz
zaman olan bir adam haliyle,
Anlatıyordum artık kalan
duygularımı.
Kaybetmiştim umutlara bağlanarak
yaşama yetisini.
Bir ateş çemberi çıktı ortaya.
Yanından geçenlerin ve üstünden
atlayanların,
Onlar hiç fark etmeden yakıyordu
gençliklerini.
Gözleri yaşlı ve tırnakları
sökülmüş bir vaziyette,
Yalnızlık dağlarını aşmaya
çalıştılar.
Bir taş aldım yerden fırlattım
tüm gerçek sandığım doğrulara.
Bağladım onları iskelelerin demirlerine.
Terbiye ettim içimdekileri
dalgaların hıncıyla.
Dizginleştirmek isterken bu güçlü
fırtınaları,
İnancımdan oldum ben bir köşede
ağlarken.
Tek bir şey yok olmamıştı şimdiye
dek.
Yok olduğunu zannetmişti oysaki
zaman.
En büyük yalanı kendime
söylemişim bunca zaman.
Bir taş daha aldım yerden.
Meçhul geleceğimin kıyılarına
fırlattım bu sefer.
Gökte gördüğüm her yüceliğe,
Baktım yaratıcılara küfredercesine.
O soğuk günün ortasında ben,
Bir sigara daha yaktım.
Tüm yanılgıları bir cenaze
kabrinin içine hapsettim.
Kabul etmediler kara topraklar bu
hatayı.
Yastığımın altında buldum sonra onları.
Ruhumun bedenimden ayrıldığı her
an,
Bir karabasan gibi çöktün
düşüncelerime.
Ne büyük acıydı ki bu,
Onu yaşayanın hayatını yok ederdi.
Git gide küçülürdü baktığım
insanlar.
Rüzgar kumların sırtlarını okşar,
Bir iki tanesini yüzüme atardı.
Devam ederdi üşümeye ellerimle
yüreğim.
Ben bile bilemezdim bu
yanılgının,
Beni bu sahillerde
süründüreceğini.
Yeni bir ben daha yaratmaktansa,
O soğuk günün ortasında bir kılıç
da ben sapladım yüreğimin ortasına.
Yarınlardan umulabilecek medet
kalmamıştı zaten.
Kimsesizliğin havalarda atılan
naralarını,
Bir marş olarak dinlemeye başladı
varlığım.
Gölgelerim boyunca uzayan
günlerim,
Kısalmıştı son nefesimin
harcayacağı zaman kadar.
Yaşayan bir ölüden ziyade,
Mezarına geri dönen bir ceset
gibiydim.
Hoşçakal bile demeden,
Terk ettim acılarımı ben.
Vaktinde patlamış olan volkanlar,
İşte bu soğuk gün bittikten sonra
söndüler.
Mezarıma biraz
da sağ kalan yaratıcı atmıştı toprak,
Yeni bir ölüme merhaba demek
uğruna.
19 Kasım 2018 Pazartesi
Kirli Ayna
Kaybolmaya yüz tutmuş insanların,
Karşılarına bir ayna tuttuğumda anladım.
Yok oluşa karşı koyabilecek tek şeyin,
Yağmurla dolup taşmış sokaklarda kendini bulmak olduğunu.
Bilinmezliğin avcumun içine sığacak kadar küçülebileceğini,
Ben o mahzun sokaklardan geçtiğimde anladım.
Varını yoğunu geride bırakıp,
Özgürlüğün bulutlardan sahillere indiğini bilmeden,
Terk etmiştim içimde yas tutan duygularımı.
Uzuvlarımı kaybederdim o engin karanlıkta.
Uykunun hangi pencereden uçup kaçtığını bilmeden,
Kenarlara fırlatılmış anıları toplarken,
Bir tohum ekmiştim zamanın yüksek tepelerine.
Kuvvetli ayazlarla birlikte şahlanırdı acılarım.
Göktekileri yeryüzünün en derin noktasına çekip,
Ellerine bir kürek verirdi.
Öfkenin altında ezilip kaybolan vicdanımı,
Buruk bir gülümsemeyle kurtarmak için.
Hangi şarkıyı durmaksızın tekrarlardı ruhum?
Özlenilen geçmiş gecelerin koynunda,
Yitip giden bana haram olan uykularımı,
Mumla arar olmuştum bu aralar.
Hatırlardım sonra tüm aşılan zorlukları,
Ve büyük bir hınçla üstlerine basıp geçtiğim diyarları.
Göğün attığı naralara karşı koyamazdı gözyaşlarım.
Katlanılmaz sabahlardan sağ kalan kuvvetimle,
Dikiyordum bayraklarımı ulaşılmaz gönüllere.
Sevmiştim bir kere sevmenin ne demek olduğunu.
Alabora edilmiş teknelerimden birkaç parça,
Yalnızlık çıkardı bir zamanlar yaşanılmışından.
Aynadan yüreğime yansırdı o parlak ve ak olan,
Bir inciye bürünmüş masum sevgim.
Bir yaz akşamı budanan kayısı ağaçları gibi,
Yaşam da beni buduyordu sebepsizce.
Puslu camların ardından beklerdim korkularımı.
Ansızın bir bıçak yarası oluşurdu bilincimde.
Hissiyatlarım dağılır ve kaybolurdu gökyüzünde.
Söylenebilecek tüm sözler,
Ağır ağır atılan adımlara gizlendiler.
Bunu ne adım atan adam bilebilirdi,
Ne de bir başına kalan kaldırımlar.
Anlatılamayacak derecede olan endişeler,
Bu sonbahar gecesinde kopan fırtınanın yanında,
Sadece bir damla olarak kalırdı bir göletin içinde.
Saçlarım gibi tel tel dökülürdü zaman.
Saatlerin bize anlatmaya çalıştıklarını,
Yalnızca akrep ve yelkovandan ibaret sanmışız hep.
Oysaki o fedakar minik sözcüler,
Var oluşları boyunca ölümün yakın olduğunu anlatmışlar.
Böylelikle yanı başımda duran ömrüm,
Bazen bir kadeh içer ve beni terk ederdi.
Yeni bir sonun daha geldiğini zannederken içim,
İşte o gece anladı bunun yeni bir zorluk olduğunu.
Güçlendirilmiş acılarımın yanında olan karanlığım,
Saygıyla başını eğmişti savaşçıya.
Git gide solup giden renklerden yapılma bir evden,
Kirli bir ayna çalmıştım aniden.
Kimin ne olmak istediğini göstermekten ziyade,
Kimin ne olacağını gösteriyordu bu kirli ayna.
Korkuyordum gelişmiş bir eskicinin,
Ne kadar daha yalnız kalacağını öğrenmekten.
Duygudan ve sesten ırak gecelerin şafağında,
Aynanın üstüne bir örtü örttüm.
Hiçbir zaman bu yok oluşun,
Kapılarını açmamak adına.
15 Kasım 2018 Perşembe
Eskici
Gün doğumunu gösteren kum tanelerinden yapılma,
Tüm kışın soğukluğunu iliklerimde yaşatan,
Hayatın ne demek olduğunu unutmuş bir adam haliyle,
Yakmıştım sigaramı uykularıma meydan okurcasına.
Birbiri ardına yaklaşan düşüncelerimdeki lekeler,
Her gün acımasızca bana azap çektirirler.
Geçmişin yapraklarını kopartmış bir bahçıvanla,
Aynı çukura düşmüştüm ağlarken.
Ne demekti yaşamın bağrından kopup yalın ayak koşmak?
Yüzlerine bile bakmadan bu arnavut kaldırımlarda,
Korkunun yalnızca bir engel olduğunu bildiğimiz halde,
Gider ayak hesabıyla ellerimiz cebimizde yürümek...
Geleceğin tekil hayallerle donatılmasının ardından,
Bir koku duyardım bir kapı arasından.
Farklılaştırılmış zihniyetlerden yapılma,
Gölgelerimin katili olan serinlikte,
Zikrediyordu içim özgürlüğün adını.
Titremeler ve kıvranmalarla doluydu gerisi.
Sevginin kendisini bir dolap kapağının ardına saklamış,
Ve onu her yerde arar olmuştum.
Kimdim ben?
Anı eskiciliği yapan yalnız bir adam mı?
Geçtiği her sokaktan birkaç parça toplayarak,
Onları satmak amacıyla insanlara sunan,
Lakin bir parça bile satamayan,
Satmaktan korkan aciz bir adam.
Bir elimde zamandan sağ kalmış duyguyla,
Dolduruyordum harabe olmuş evlerin içini.
Hangi taşın altında yatardı zaman?
Çocukluğumu dahi bana unutturan diyarlarda,
Aramıştım sorularımın meçhul cevaplarını.
Bağırırdım sonra insanlara,
Akşam yemeğini çıkartmak için satış yapan eskiciler gibi.
Ödeyemezdim yalnızlığa olan borcumu.
Duygularıma haciz gelir,
Bir başıma hayata devam ederdim bu kaldırımlarda.
Kimin ne hissettiğinden ziyade,
Kimin ne zaman yaşadığına bakardım.
Yaşamaktı önemli olan.
Düpedüz ara vermeksizin yaşamak, yaşayabilmek.
İsmini dahi bilmediğim karanlık köşelerde kaybolmaktansa,
Hiç teşekkür etmeden,
Hatta bir kelime dahi etmeden yaşamak.
Bunu mecbur kılmıştı bana,
Bu kayıp ve ne olacağı bilinmeyen dünya.
Gözlerim kapanırdı kendi kendine.
Birkaç ses duyuyordum uzak olmayan koridorlardan.
Ne varsa karşımda hepsi yok olmaya başlardı.
Yeni bir heyecana doğru çıkan merdivenleri,
İkişer veya üçer değil de,
Adım adım çıkıyordum haklı olarak.
Anılarımın birkaçına tanık olmuş bir masada,
Akıp geçiyordu akşamlarım aniden.
Yağmur geçiren şemsiyelerin altında duraksardı,
İçimden kağıda dökülmeyi bekleyen duygularım.
Tarifsiz bir yalınlık kaplardı deniz kenarlarını.
Bu farklılıktan dolayı olacak ki karanlığım,
Yerden bulduğu ilk taşı alıp denize fırlatırdı.
Tam da bu an başlardı güneş kaybolmaya.
Gökyüzünde beni seyreden kızıllıklara benzetirdim ruhumu.
Her gün aynı yerde olmasına rağmen,
Ay'ın yaklaştığı zamanlarda kaybolurdu kendisi.
Anlardım o zaman bir eskici olmanın güzelliğini.
Ne kadar aç da kalsa bedenim,
Hiçbir zaman yok olmayacaktı düşüncelerim.
Kazan
Bir tını getirirdi sevdaların körleştiği sahillere,
Kapının ardına saklanmaktan yorulmuş anılarımı.
Cadıların büyü yaparken kullandıkları,
O kara ve paslı kazanlarda pişerdi gençliğim.
Ellerinde ateşlerle gelirdi o acımasız insanlar.
Ölümün ne demek olduğundan başka hiçbir şey bilmeden,
Gözlerini dikerdi tüm duygularıma.
Bunun bir ceza veya azametli bir bekleyiş olduğunu,
Gökte bir başına yaşayan adamdan başka kimse bilemezdi.
Soğuk ve kuvvetli rüzgarlar geçerdi kapımdan.
Her seferinde bana kaybetmekten bahsederlerdi.
Kıyamet kopsa dahi istifini hiç bozmayan,
Büyük ve yaşlı bir çınar ağacına benziyordu ruhum.
Ne kadar fırtına da kopsa,
Ne kadar yaksa da ateş canımı,
Her gün aynı saatte ve yerde,
Ellerini bir duvara dayamış zamanı bekliyordu.
Toparlanamayan vakalardaki canavarlara,
Gecenin bir yarısında yaptıklarının bedelini ödetmişti.
Atılan çığlıklar, kırılan tahtalar ve indirilen darbeler,
Uzun zaman sonra ilk kez farklı bir dinginliği yaşatmıştı.
Işıkların bile beni terk ettiği bir koltukta,
Geleceğin koynunda yatan yok oluşu düşünüyordum.
Yaptığım kabahatleri bir halının altına saklıyordum.
Vazoyu kırıp onu saklayan çocuklar gibi.
Öylesine saf, öylesine çaresizdi ki zaman,
Yapabildiği tek şey duvarda asılı olan bir saati durdurmaktı.
Yavaş adımlarla kapıma doğru yaklaşan,
Bir huzursuzluğu sezmiştim uykunun kaybolduğu bir akşam.
Terk ettim o an cadıların kazanını.
Aniden sustu o uyuşturucu tını.
Sahiller sular altında kalmış,
Yalnızca geriye yorgun ruhum kalmıştı.
11 Kasım 2018 Pazar
Gözyaşı
Bir gözyaşı hapsettim ruhumun bitap düştüğü bir gecede.
Müzikler, araba sesleri ve durmaksızın içi kan ağlayan insanlarla,
Dolduruyordum o şeffaf güzelim pencerelerimi.
Bir anda gelen ani üşüme hissi,
İster istemez uğruna kendimi yok ettiğim zamanları,
Hatırlatırdı bu karanlık tarafından aç bırakılmış odada.
Duvar kenarlarında gezerdi geçmişin görüntüleri.
Gece gündüz demeden aklıma saldırırlardı.
Bazen birkaç darbeyle bazen ise sadece bir küfürle,
Devam ediyordum nereye gittiği bilinmeyen yolda.
Soğuk bir kaldırım taşını evi bellemiş bir salyangoz,
Ağır ağır hareket etmesine rağmen,
Bana bu amansızca varlığını sürdüren yolda fark atmıştı.
Yaşayamaz lakin hareket edebilirdi bedenim.
Gözümün önünden ayrılmayan bir yerde,
Elimdeki meşaleyle ilerliyordum tüm yalnızlığımla.
Yeryüzünün en derin noktasına doğru giden,
Bencil ve öfkeli bir çukur vardı karşımda.
''Sen miydin gelen?'' dedi ve güldü.
Ne kadar birikmişse içimdeki öfke,
İşte o an çıktı açığa yok etti tüm korkuları.
Geriye yalnızca yalın, saf bir gözyaşı kalmıştı.
Yeni diyarlarda, farklı mevsimlerde lakin hep aynı olan gecede,
Bir gözyaşı hapsettim.
Tüm hayatımın duygularla bütünleşip yok olmasındansa,
Ben onları ufak bir gözyaşında sakladım.
Zihnimi dinç tutan rüzgarın ölüm haberini aldıktan sonra,
Var olamadı özgürlüğüm hiçbir zaman bu topraklarda.
Acının deniz kenarındaki kumların ardına saklanıp,
Ne zaman ağlasam beni yerin içine çektiği gecede,
Ben bir gözyaşı hapsettim.
8 Kasım 2018 Perşembe
Büyük Melek
Karanlığın kapladığı anılardan yapılma taş yollarda,
Bir döküntünün içinde yok oluyor gençliğim.
Zihnime kılıç tutan duygular,
Zamana karşı esir düşmüş ruhuma,
Her gece ihanet ediyorlar.
Bilinmezin içindeki sahte ışıklar,
Bana sonu olmayan bir yol gösteriyorlar.
Gök üzüntüsünü her paylaştığında insanlarla,
Ölümün yanında birer hiç olan melekler,
Kan ağlarlardı geçmişe çaresizce.
İçimde damla damla biriken bir korku,
Beni bu kesik kaldırım taşlarına atıyor.
Yüreğimden bedenime yayılan keder,
Bir elin üstündeki sanatta can buluyor.
Göz kapaklarımı yıkayan gözyaşlarım,
Gün geçtikçe azalır olmuş.
Karmaşanın ardına saklanan acı,
Büyük melek her dünyadan ayrıldığında,
Tırnaklarımı etimden koparıyor.
Yerin birkaç adım ötesine dikilmiş kazıklar,
Yaralarıma saplanır olmuş.
Tekrardan yaşamı hissettirmek adına.
Bu bahtsız beden kendisini zincirlediği sürece,
Esiri olacağım zamana.
Keman
Buruşuk zihinlerin içinde,
Yankılanır yalnız notalar.
Gökyüzünden bir ezgi yayılır etrafa.
Geçmişten gelen bir hikayedir bu.
Nasırlı parmakların altında,
Serin teller huzuru getirmiş başucumuza.
Gece gündüz demeden,
Birilerinden bahseder.
Dışı pas olan o serin teller.
Yağmura karşı sesini duyurmuş,
Bir sanatçıya hayat veren,
Bizi kendisine tutsak eden,
Melodiler dolaşır duvarları kırık koridorlarda.
Aklımda yatan kızgın ateş,
Bu ahengin karşısında duraksar.
Arkasına dönüp yaktıklarını anmak için.
Tellerle birlikte yaşam da dalgalandı o an.
Ölür ruhlar toplanırlar bir köşeye.
Bu yaratıcının kim olduğunu görmek adına.
İs kokan mezardan yapılma odaların içinde,
Çocukluğum dalgalanır bu gizemli notalarla.
Bulutların durmak bilmediği bir anda,
Bağlar kopar yaşam eksik kalır.
Sanatçı ise ölür ağlayan göğün altında.
Geriye sadece yağmurun sesi kalır.
Eşliğinde
Köşe bir yerdeyim.
Gece suskun, evler yıkık dökük,
Duvara yansıyan üç parmaklı bir ceset dans ediyor,
Beyazı sürükleyen rüzgarın eşliğinde.
Dağılan bir grinin içindeyim.
Hayat yalancı, pencereler karanlık,
Bir ruh kendi mezarını kazıyor,
Gökte parçalanan Ay'ın eşliğinde.
Kendi kendine yanan bir dakikanın arasındayım.
Geçmiş uzak, gelecek meçhul,
Ellerim duvarları okşuyor,
Gölgelerin içinde varlığını sürdüren bir yaşamın eşliğinde.
Saydam bir masanın altındayım.
Korkular gerçek, yalnızlık doğrucu,
Ayaklarım sokaklarda yürümekten kanıyor,
Bir yansımanın eşliğinde.
Gök kubbenin siyahlığının altındayım.
Düşünceler yorgun, ömür kısa,
Bir ses yankılanıyor,
Ruhsuz koridorların eşliğinde.
Yas tutan notaların eşiğindeyim.
Hava hastalıklı, çatılar çukur,
Yüreğime bir bıçak saplanıyor,
Esrarlı bir uykunun eşliğinde.
Hayatımı sıfırlayan bir sırrın omzundayım.
Zincirler soğuk, çığlıklar acılı,
Benliğim canavara kendisini teslim ediyor,
Işığın kırgınlığın eşliğinde.
Palet
Yalnız denizdeki dalgalar sevdi beni.
Fırtınalı bir gecenin sabahından,
Akşamına kadar.
Boğuk seslerin kraliçesi olan rüzgar,
Beklenmedik bir savaşta sarıldı bana.
Paletindeki tüm renkler karışmış bir ressam gibi,
Ağlıyordum beyaz tuvale karşı.
Görünmeyen büyük resim için,
Vücuduma fırça darbeleri atıyordum.
Hangi rengin hangisinin üstünde olduğunu,
Hiçbir ressam tahmin edemezdi.
Gün geçtikçe artan hiddetim,
Ne zaman şarap içsem beni selamlardı.
Onu tanımadan kaldırmışım kadehimi.
Aynaya bakmadan çizmişim kendimi.
Kraliçe bana kızdığı her vakit,
Paletimdeki renkleri götürürdü sonsuzluğa.
Bir daha hiç görülemeyeninden bir sonsuzluktu bu.
Beni sevmiş dalgalar ise,
Böyle günlerde cesedimi alıp,
Götürdü uzaklara.
Oda
Işığın dağları yaktığı bir günün yamacında,
Yalnızlığımla baş başa kalmışım.
Beyaz köşelerin arasında kendimi kirletircesine,
Bir öpücük alıyordum ömrümden.
Rüzgarın aralıksız kavga ettiği perdelerde,
Duygularını üstüme dikmiş bir adam,
Karanlığından ödün vermeyen o adam,
Herkes gözlerini kapattığı vakit,
Kendi yüreğine bir iki el ateş ederdi.
Mermiler delip geçerdi yüreğini.
Kuvvetli bir darbe alırdı vücudu.
Yaraları kabuk bağlayamazdı.
Kan revan olmuş bir döşekte,
Acılarıyla sevişirdi büyük bir öfkeyle.
Kapıların cıvataları ağlarlardı.
Acımasız zamandan ötürü.
Kağıtlara ömür sığamaz dışarı taşardı.
Kaçıp giderdi siyah aralıklardan.
Aydınlık geleceklerin aksine,
Karanlık geçmişe koşardı.
Çaresiz kadehten bir yudum daha almak adına.
Lilium
Gölgesi düşmüş puslu gecelerin,
Bağrından kopup gelen cansız bir çiçek,
Bana cevap veremediğim sorular soruyor.
Kuzeye doğru ilerlerdim üşüyerek.
Vicdanına haciz gelmiş bir adamın,
Kirli tırnaklarından ibarettim sadece.
Bir sigara yakardım tüm buzlar erimeye başlardı.
Solgun sabahların cenazelerine benzerdim.
Kim bilir kaç kez intihar etmişti neşem?
Kırık dallara bir ip gibi bağlıydı hayatım.
Ne tarafa estiyse rüzgar ben de orada oluyordum.
Üstlerine amansızca bastığım sahiller severdi beni.
Her gece deniz ağlardı çaresizce.
Yakarışları tüm sokakları inletirdi.
Yağmurun cezalandırdığı bir sandalyede,
Elleri bağlı bir adam dururdu karşımda.
Sararmaya başlamış dişleriyle,
Bir gülümseme hediye ederdi bana.
Şu ana kadar görülmüş tüm fırtınalar,
Hiçbir anlam ifade etmezlerdi içimdekilerin yanında.
Balkon kenarlarında dökülen birkaç anı,
Sırtlarındaki yüklerle gelirlerdi karşıma.
Şimşekler çakar gece hayat bulurdu.
Soğuk yollarda can verirdi gençliğim.
Karanlığın esaretinden kurtulmadan,
Yeni bir gün doğumunu arzulardı.
Ay parçalanırdı bu naralara karşı,
Gök taşı misali çakılırdı yeryüzüne.
Yaz beni terk etmiş,
Çektireceği acılar için yerini sonbahara bırakmıştı.
Son kez içiyordum sigaramı,
Bu düzensizliğe bir korku getirebilmek adına.
Ölüm
Ölümün sancıları yansırdı kara göklerde.
Duvarlarda is lekeleri kol gezerdi.
Açamazdım gözlerimi kanarlardı.
Bir aldatmaca karşısında aynaya bakardım.
Ruhumun anlamsızlıklarla boğuşmasından,
Geriye kalan paslı zincirler,
Yaralarımı kanatırlardı her gece.
Hayatın izbe tepelerinde ve dikenli sarmaşıklarında,
Çürümesi kadar acıtırdı yaşamak.
Canımı yakar ve bir gülümsemeyle beni izlerdi.
Kabuslarımın baş konuğu olurdu karanlığım.
Güneş dahi hiçbir ışık kaynağı,
Aydınlatamazdı mezarlığıma benzeyen odamı.
Kapısı kırık odaların gözyaşı döktüğü,
Bir savaştan sağ çıkmış koridorlarda,
Neye sahipsem yere atardım.
Karşılarına oturup saatlerce kendimden geçerdim.
Heba olmuştu sevinçlerim.
Öfkenin ateşiyle beraber giderdim üstlerine.
Kör kahkahalar yankılanırdı dikenli çamların arasında.
Kara toprağın içinden cesetler fırlardı.
Paçavralardan bir halat yapıp,
Boynuma geçirirlerdi geçmişimi.
Geleceğim intihar eder,
Yaşamım ise öldürülürdü o adamlar tarafından.
Geriye sadece kendimi dahi duyamadığım,
O koca hiçlik kalırdı.
Adı yalnızlık olarak anılırdı bu kimsesiz cenazenin.
Tabutum yere düşerdi göklerden.
Yerin en derin noktasına çakılırdı.
Ruhum bile bulamazdı bedenimi.
Son kez kapatmıştım gözlerimi,
Bir daha açmamak adına.
5 Kasım 2018 Pazartesi
Gözcü
Kabul edilemez duygularda yaktım canımı.
Bir sonbahar akşamıydı ağladığımda.
Bir pencerenin kenarında saklanan ormanlar,
Durmaksızın bir suskunluk içerisindeydiler.
Ne deniz ne gökyüzü ne de ormanlar konuşur olmuştu,
Benimle ve akla gelmez dikenli yalnızlığımla.
Aniden terk edilmiştim gri bir harabenin içinde.
Hoşçakal bile demeden aniden kaybolmuştu.
Ezelden beri benimle birlikte olan,
Yüreğimin hakimi, gecelerimin katili,
Yok oluşuma anlam katan o bencil mahluk,
Hangi sefaletin içinde kayboldu bilinmez.
Nasıl bir intiharın içinde olduğunu anlamayan ruhum,
Bir sopa aldı yerden başladı canavara vurmaya.
Kükremenin yerini gözyaşları almıştı.
Yaşanılan tüm bu duygulara yalnızca boğuk bir ses eşlik ediyordu.
İndirilen her darbede başını yerin altına,
Daha çok sokan bu canavar,
Hiçbir işkenceye karşı koymadan boyun eğiyordu.
O zaman fark edilmişti bir cinayetin işlendiği.
Savaşçı değildi öldürülen,
Onlara bu dünyayı yaratan gözcüydü.
Bir mücadele kalmamıştı ortalıkta.
Rüzgarın ruhumu götüreceği her yere,
Tükürecek ve öfkeyle bir gözyaşı bırakacaktım.
Kimdi katil?
Canavar değildi savaşçı da olamazdı.
Ansızın bir sırıtış belirdi hiç yoktan.
Alışılmış zamanın düzenbaz bir kumarbazı,
Benden bir şey çalmıştı.
Ölümü bile göze alan hiddetim işte o an,
Söz verdi kendisine:
Gözcüyü geri getirecekti bu meçhul topraklara.
Pot
Beyaz serçeler gibi kanat çırpardı yüreğim.
Karanlık odalarımın içine ışık girerdi.
Kapılarım başlardı sana doğru açılmaya.
Bir hoşgeldin tebessümü oluşurdu yüzümde.
Saçlarının kokusu sarmalardı evimi.
Ardından zihnimde hayat bulan sevgimi.
Kolları açık bir şekilde bana doğru koşardı neşen.
Mutluluk güneşinin oluşturduğu gölgelerin,
Ardından saklanan ılımlı bakışların,
Getirirdi yanı başıma gökyüzündeki güzellikleri.
Sonrasında ise kendi içindekileri.
Bulutlar gibi hafifleyen müziklerde,
Artık kendimle olan mücadelemde,
Toz pembe gelirdi yaşamak.
Uykunun seni düşünürken sarmalamasıyla,
Mutluluk gözyaşlarıyla doluyordu teknem.
Yeni bir umutla açardım yelkenlerimi,
Gönlündeki denizlere ulaşmak adına.
Karanlık odalarımın içine ışık girerdi.
Kapılarım başlardı sana doğru açılmaya.
Bir hoşgeldin tebessümü oluşurdu yüzümde.
Saçlarının kokusu sarmalardı evimi.
Ardından zihnimde hayat bulan sevgimi.
Kolları açık bir şekilde bana doğru koşardı neşen.
Mutluluk güneşinin oluşturduğu gölgelerin,
Ardından saklanan ılımlı bakışların,
Getirirdi yanı başıma gökyüzündeki güzellikleri.
Sonrasında ise kendi içindekileri.
Bulutlar gibi hafifleyen müziklerde,
Artık kendimle olan mücadelemde,
Toz pembe gelirdi yaşamak.
Uykunun seni düşünürken sarmalamasıyla,
Mutluluk gözyaşlarıyla doluyordu teknem.
Yeni bir umutla açardım yelkenlerimi,
Gönlündeki denizlere ulaşmak adına.
Şarabımsı
Yıldızlar terk etmişti ruhumu.
Geriye sadece yalnızlığım kalmıştı.
Dökemediğim gözyaşlarımı,
Saklamış gece bir şarap şişesinin içine.
Boğazımı yakardı ama canım acımazdı.
Soğuk rüzgarlar aldatırdı beni.
Yine de onları severdim düşünmeden.
Sakin dalgalar vururdu bedenime.
O zaman anlatırdım içimdekileri aptalın birine.
Bir duvarın ardına saklanırdı zaman.
Kapıyı kırmamı isterdi geçmişim.
Kendi mahzenimden çıkmadan severmişim.
Hayatı ve onun içindekileri...
Bileklerini kelepçeye vurduğum,
O masum ve güzel olan duygularım,
Bir süre sonra sallanırlardı bir darağacında.
Kim bilir kaç cenaze vermiştim hiçliğe.
Bir yudum daha alırdım gözyaşlarımdan.
Ölüm fermanımı imzalardı çaresizliğim.
Onu yırtmak yerine cüzdanıma saklamıştım.
Ne zaman anlasam sevginin değerini,
Açıp okurdum tüm karanlığımı.
Bir mürekkep lekesinden başka bir anlam,
İfade etmezdi sevginin değeri.
Bir yolculuğa çıkardım nereye gittiğimi bilmeden.
Ebediyetin amansız kapılarından geçerken,
Karanlığım beni çaresizce boğuyordu.
Bana bir nefes dahi aldırmayan o yüce canavar,
Ansızın bir yağmur gibi çökerdi üstüme.
Kana kana içtiğim gözyaşlarım,
O an dökülmeye başlardı yerlere.
Şuursuz bedenim o zaman bir varlık kazanırdı,
Hala yaşadığımı bana hatırlatmak adına.
Hiç
Kıyıya vuran dalgalarla birlikte,
Yeni bir öpücük çalıyordum gönlümün erişemediği uzaklardan.
Ufak sesler büyük düşünceleri yankılatırdı.
Tüm bu sessizliğe meydan okurcasına,
Karşımda yüzlere bürünmüş kayalar dururdu.
Gökten yeryüzüne inenler,
Oturup gündüz vakti karanlığı düşünürdü.
Sözsüz müzikler eşlik ederdi,
Bu ulu ve yalnız olan perde arkası güzelliğe.
Geçmişin bir anlam ifade etmediği zaman diliminde,
Gözlerim nerelere bakması ve neleri görmesi gerektiğini,
Bilmekten aciz bir şekilde kendilerini tüketiyorlar.
Bunun sonucunda varlıklarını fark etmeden,
Uzaklardan gelen ezgilere kulak veriyordum.
Yeni bir başlangıç veya meçhul bir sonun aksine,
Bu sadece zamanın bile değerini yitirdiği,
Gün doğumundan başka bir şey değildi.
Mavi iskelelere uğrardı değersiz hazineler.
Üzerinden geçtikleri kum tanelerine dikkat etmeden,
Bir kez daha kendilerine değer biçerlerdi.
Birbirlerine kavuşamayan göz kapaklarım,
Acı çekerek bana şu an için buradan gitmem gerektiğini hatırlatıyorlar.
Beyaz kayalarda tökezleyerek bir savaş veriyordum,
İçimdeki gün yüzü görmemiş yalnızlığıma.
Yeşil hayatların arkasından eşlik ederdi bana sesler.
Dalgalar bir renk kazanmaya başlayıp,
Ellerinde ne varsa kişiliğime fırlatırlardı.
Özgürlük ve yalnızlığın aynı anlama geldiği,
Karanlık sabahta benden birkaç parça yerlere dökülürdü.
Yaktığım sigaraların izmaritlerini,
O parçaların üstünde söndürürdüm.
Geriye biraz benim biraz da kayaların yansıması kalırdı.
Yosun bağlamıştı artık suretler.
Kendimi gömerdim güneşin bile vurmadığı,
Kim olduğunu unutmuş yaşlı duvarların altında.
Bu suskunluğu bir daha yaşamamak adına.
Serin
Yeni bir cenaze başlamadan önce vücudumda dolaşan,
Geleceğin ezgileriyle kafamı karıştıran,
Soğuk bir zaman diliminde düşüncelerim ağlıyordu.
Zamanın köşe bir sokak lambasından yansımasıyla,
Anlamıştım ağaçların yalnızlığını.
Takdire şayan mücadelelerden oluşan tatsız zaferler sonucu,
Karanlığın içinden mavilikler doğuyordu.
Demir parmaklıkların ardından hiçliğe bakan gözlerim,
Kanıyorlardı bir dumandan acıyı tadarak.
Anılarımın şeritler halinde duvarlardan geçmesiyle,
Kendimi aynı yerde ve serinlikte buluyordum.
Her nefes alışımda kulaklarımı rahatsız eden cızırtının içinde,
Yüreğimden dökülen gözyaşlarını topluyordum.
Başını kapılara vuran gölgelerle birlikte,
Kaybolmaya yüz tutmuş hapishanede ömrümün sabahlarını geçiriyordum.
Ardından beyazlıklar belirmeye başlardı.
Fırtına öncesi sessizliği ayaklarının altına alan karanlığım,
Çalıntı özgürlüklerden haraç kesiyordu.
Uykunun gözlerimden akması sonucu,
Mezarlığıma hiddetle saldırıyordum.
Yüksek dağlardan gelen tamamlanmamış duygular,
Kendilerini bu demir parmaklıklara asıyorlardı.
Çekmiş ve çekecek olduğum acıların akıbeti,
Düşünmekten kamburu çıkmış bir zavallının elindeydi.
Bir kırmızılık süzülürdü kuraklaşmış gönüllerde.
Yosun tutmuş bedenlerin yaralarını,
Kaçamak rüzgarlar okşardı.
Tüm bu yaşanılanların yanında kalan geçmişim,
Bir sigara yakardı.
Koridorlar boyunca uzanan gençliğim,
Kimsenin görmediği ormanlarda kaybolurdu.
Geri döndüğü vakit,
Her şey başa sarardı.
Cenazede ağlayan umutlar,
Tek bir el ateş ederlerdi,
Yalnızlıktan haciz yemiş bedenime.
Tat
Beyaz bulutların geçtiği mavi şeritlerde,
Ruhum sönmek üzere olan bir mum gibi,
Eriyordu senin varlığın karşısında.
Sonbaharı anımsatan rüzgarlar okşardı yüzümü.
Sen gelirdin aklıma oyuncağı kırılmış bir çocuk misali.
Duvarlara çarpar,
Yollarda tökezlerdi umutlarım.
Parçalanmışlardı kendini bilmez bir ayyaş tarafından.
Uçup giderdi zaman yanımdan,
Lakin sen gitmezdin.
Kanadı kırık serçeler gibi tünemiştin yalnızlığıma.
Ben kırmıştım kanatlarını bu diyarlardan kurtulabilmen için.
Gönlün sabah vakti yanımda duran deniz kadar sığ.
Kasırgalar ve balıklar yeterli gelmiyor biliyorum.
Çünkü ben balıkları öldürmüş,
Saçlarında dans eden rüzgarların karşısına bir duvar örmüştüm.
Kırık masaların altına saklanmış pişmanlığım,
Yaramazlık yapan saklanan çocuklar gibi.
Ben ise elinde terlikle onları kovalayan bir anneydim.
Senin nerede olduğuna gelecek olursak,
Sen benim gönlümün balkonlarındaydın.
Yeni yeni yeşeren sevda çiçeklerinin karşısında,
Hangi kapıdan çıkıp sana geleceğimi merak ediyordun.
Ben aptal bir ressamdım aynı zamanda.
Farklı bir sanat eserini güzelleştirmek amacıyla,
Renklendirirken onu düşüncelerimle,
Tuvali yırtmıştım tanrıdan gelen bir hatayla.
Çiziklerle dolu beyaz duvarlarda,
Bir hissiyat canlanırdı gözlerimde.
Yolculuğu gözlerinde başlayıp dudaklarında biten,
Gözyaşlarının tadına bakmak isterdim.
Tüm geçmişimizi bir şarap şişesine hapsedip,
Kadehlerden beraber akmak isterdim zamanın içine.
Ta ki bu şuursuz bedenim,
Son nefesini verene dek!
Koridor
Çizik dar koridorlarda parçalanırdı içimdekiler.
Bir kıyametten sağ kalmaya çalışan duygularım,
Avcuma bir miktar zaman bırakıyorlar.
Bunun bir sevinç olduğunu sanarak,
Kirli zeminlerde insanlara yansıyordu kişiliğim.
Müebbet cezasına çarptırılmış bir katilin,
Hapishane hücresinin değiştirilmesine benziyordu yaşamak.
Durmaksızın farklı yerlerde aynı ateşle boğuşarak,
Bir sigara yakıp uzaklara dalmaktı sevmek.
Yalnızlığım ayaklanırdı göğe dokunan dağlardan.
Ağaçlar kanatlarının altına doğru uzarken,
Tarifi olmayan bir hazine çıktı ortaya yeryüzünün içinden.
Hiçbir anahtar uymazdı kilide.
Çıplak eller ve çaresiz düşüncelerle açmaya çalışıyordum.
Bir melek gibi belirirdin karşımda.
Duvarların içinden ışıklar girer,
Beni ziyaret ederdi.
Hiçbir şey demeden saçardın ışığını.
Ardından ise çeker giderdin.
Birkaç çukur kalırdı geriye.
Gözyaşlarım yeterli olmazdı doldurmaya.
İçlerine atlardım elime bir kürek alıp,
O eksiklikleri kendi elimde kapatabilmek adına.
27 Ekim 2018 Cumartesi
Hayvan
Uzak sahil kıyılarından gelen yalanlara inanmışım meğer.
Pembe bir ufkun güneyinde kalan düşüncelerim,
Anılarımın çektirdiği ıstırapla birlikte,
Beni bir bedenin içine kapatıyorlar.
Dillerden düşmeyen yakınmaların,
An gelince boğazımda düğümlenmesi,
Ve bunun getirdiği ağırlıkla,
Yoluma devam etmeyi öğretti bana o mücevher.
Gözle görülmesi mümkün olmayan ışıklar,
Ne zaman yansısa bu değerli taş parçasından,
Tüm korkularım bir kalemde toplanır,
Mürekkebini başımdan aşağıya akıtırdı.
Ruhumu saflaştırdığını sandığım o duygu,
Aslında beni gün geçtikçe zehirliyor,
Ve umut denilen o yalancı hayvana,
Muhtaç olmama zorluyordu.
Kimse bilmezdi oysaki ben,
O hayvanı yıllar önce hiçbir silah kuşanmadan,
Gecenin canımı en çok yaktığı zamanda öldürmüştüm.
Yeryüzünde ortaya çıkardı bazı yollar.
Hepsinin sonu kraliçenin huzuruna çıkardı.
Kudretimin sayesinde bir yol kazdığımı zannederdim kendime.
Meğersem kendime büyük bir mezar kazmış ,
Sahip olduğum ne varsa o kirli boşluğun içine,
Son bir fısıltı ve veda ile gömmüştüm.
Duvarlara asmıştım bir tablo misali acılarımı.
Kapılarımın cıvatasını sökmüş,
Duvarlarımı bir balyozla kırmıştım.
Bu bir sergi değildi aslında.
Aslında bu son bir amaçtı.
Vasiyetimi yalnızlığıma bırakmış,
Kendimi bulduğum ilk denize atmıştım.
Dalgalar çıktı ortaya sonra.
Alıp götürdü beni bilinmez adalara.
13 Ekim 2018 Cumartesi
Gün Batımı
Yeni bir dünya gizlenmişti gün batımının kızıllığında.
Bulutlar taşırdı içimizdekileri sonsuz mavilere.
Konuşamadığım gecelerden arda kalan düşüncelerim,
Gökyüzündeki taşlarda üşürdü.
Kuvvetli bir ayaz geçer,
Bana zulmettiğini zannederdi.
Zincirlerimi boynuma dolardı acılarım.
Kin ve öfkenin içgüdülerindeki kuvvet ile,
Eritiyordum zincirlerimin halkalarını.
Büyük bir sessizlik kaplardı o merdiven altı diyarı.
Soğukkanlı bir katil misali,
Bıçağımı zamana saplar,
Ondan akan umutları kana kana içerdim.
Devam ederdim sonra yoluma.
Kum fırtınaları kapatırdı gözümü.
Yukarıdaki o yüce karşıtlığı görmemem için.
İnatla iterdim onları koşmaya devam ederdim,
Susuz ve yaşamdan ırak kumullarda.
Yavaş yavaş uzaklaşırdı yeni dünya.
Yerini güçlü bir sis kaplamıştı.
Gün ışıkları içinde canlanan aydınlığım,
Ulu canavara karşı boyun eğmişti.
Karga sesleriyle karışırdı denizin sesi.
Siyah iskelelerden atlardı merakım.
Arkama dahi bakmadan terk ederdim o sahili.
Tüm yaşadıklarımı ve daha nicelerini.
Gecenin aynı olduğu vakitlerde,
Evrim geçirmişti canavar ve savaşçı.
Birisinin elinde kılıç ve kalkan savaşırdı var gücüyle.
Diğeri ise sadece bana sahipti.
Dişlerini ve pençelerini gösterir kafesini parçalardı.
Ruhum bedenimden ayrılana dek,
Sürecekti bu güç gösterisi.
Hiçbir şey yapamazdım tüm bu olanlara karşılık.
Yalnızca baktım ve gittim.
Bir kez daha o kızıllığı görmek adına.
7 Ekim 2018 Pazar
Kimsesiz
Titreyen duygularım atılmıştı bir kuyunun içine.
Tahtadan ve eski anılardan yapılma,
Yağmur yüzünden kabarmış bir kapak kapatıldı üstüne.
Paslanmış çiviler çakıldı sonra.
Hem o kapağın hem de ruhumun üstüne.
Geçmişin izleri belirirdi karanlık duvarlarda.
Cansız bedenim çıkardı ortaya.
Dolapların tepesinden beni izlerdi.
Tüm korkularımı önüme sunar,
Beni bir sona doğru sürüklerdi.
Korkmazdı yalnızlığın altında ezilen aydınlığım.
Güneşin yakıcı ışıkları delip geçemezdi duvarlarımı.
Kan kırmızısı rengindeki tuğlalar,
Biriktirmiş olduğum bütün acıların sıvasıyla,
Şahlanırdı puslu gecelerin koynunda.
Yaşamanın ne demek olduğunu unutmuştu bedenim.
Ne zaman bir şey yapacak olsa,
Kulaklarını kapatır,
Kaçmaya çalışırdı yüce cellattan.
Ansızın açılırdı pencerelerim.
Durmaksızın bir çığlıktan bahsederlerdi.
Yerlerden topladığım anılarımla,
Dağılmış zihnimi bir giyotine yatırırdım.
Gökyüzü ağlamaya başlardı ardından.
Vicdandan yoksun şarkılar söylerdi yeryüzü.
Nehirler akıp gider,
Kıyafetlerimle boğduğum nefesimi,
Bilmediğim topraklara sürgün ederdi.
Karanlığa adım attığım her zaman,
Ulaşılmaz görüntüler başıma bir balta gibi,
Aniden iner ve beni ikiye bölerdi.
Karanlıktı gerisi.
Ellerimi uzatamadığım yeni geleceğim,
Beni oracıkta parçalamıştı.
Mevsimler, şapkasını çıkaran insanlar,
Taştan yapılma kaldırımlarda,
Bir adım dahi atamayan sahtekarlar,
Kimsesiz yaralarıma bir gül bırakmıştı.
Düşünmeden yaratmıştı zamanı insanoğlu.
Yağmurla sevişen sokaklarda yürüdüğüm gecelerde,
Anlamıştım yaşamanın bana olan uzaklığını.
Uçsuz bucaksız tepeleri aşıp,
Yanı başıma gelen çocukluğum,
Bunların hiçbirini düşünmeden tüketmişti neşesini.
Tekmelediğim kilitli sandıklarımı,
Kıyıya uzak olan okyanuslara atıyordum.
Anahtarlarını göğüs kafesimdeki boşluğa,
Birkaç gözyaşıyla sabitliyor,
Ardından kirli bir iğneyle dikiyordum.
Hastalanmıştı sonra sahip olduklarım.
Birbirine çıkan yollardan sağa sapıp,
Ne kadar süre yaşamaya çabalayacağımı merak ediyordum.
Çöp ve sigara kokardı yalnızlığım.
Bu yüzden kimse yanaşmazdı.
Ben bile!
Özgürlüğün demlerinde yetişen akşamlarda,
Kibrit kutularının içinde ağlayan ömrüm gibi,
Kendimi tüm evrene teslim ediyordum.
Şimşekler çakardı beynimde.
Tüm sistemim çöker,
Yanılgısı bol bir nefsi tüketirdim.
Haykırırdım zamanın benden aldıklarına.
Yankılanırdı hiddetim kara çınarların yapraklarında.
Ayakta bile duramaz kendimi yeryüzüne bırakırdım.
Veda ederdim yaşayamadığım,
O kimsesiz yalnızlığıma.
28 Eylül 2018 Cuma
Cinayet
Sis perdelerinin bizden kaçarcasına,
Geçtiği günbatımında sevdim yalnızlığı.
Tel tel inmişti zaman bir saç misali.
Duygularım ip gibi bağlanmıştı zamana.
Kördüğümler atılmıştı anılarıma.
Çözülmesi imkansız olan o acılar,
Uykularımı ziyaret ederdi elinde çakmakla.
Hayatımı kül etmeye hazır bir vaziyette,
Odamın kapısını sessizce kilitlemişti.
Ruhum kapıdan geçemiyordu.
Çığlıklar doldururdu o boş koridorları.
Ay ışığı terk etmişti puslu camlarımı.
Savaş enkazı ve eksik bir hikaye kaldı geriye.
Mutluluğum kurbanı olmuştu acılarımın.
Cansız bir bedene benzercesine,
Sallanıyordu kolları boşlukta.
Gözleri açık bir durumda,
Yüzünde ufak bir tebessümle,
Veda etmişti içimdeki bana.
Ne o geceden sonra,
Ne de o savaştan sonra,
Yaşayabilirdim zamanı.
Yürek burkan dizelerim,
Geceye küfür edercesine,
Yazılmıştı o cesedin üzerine.
Saygıda kusur etmeyen,
Güzelim karanlığım,
Benim o odada ölmemi istiyordu.
Lanetlenmişti yalnızlığım.
Güneş doğdu sonra.
Devam ettim anlamdan yoksun,
Düşünülmeden geçirilen hayatıma.
Mezar Taşı
Büyük bir sessizlik kaplamıştı dört bir yanımı.
Ellerinde bayraklar taşıyan ölümün fedaileri,
Ömrümü alıp giden rüzgarlara karşı bir yürüyüşteydi.
Geçmişin ağzını kapalı tutmasıyla yanıma gelen suskunluk,
Böyle zamanlarda düşüncelerime silah doğrulttu.
Görgü tanığının olmadığı bir cinayet işlenmişti ruhumda.
Cesedime bir mezar taşı sapladı zaman.
Birkaç dua ile bitirdiler cenazemi melekler.
Yalnızlığımın kara toprağın altından çıkmasıyla,
Başladı bu bitmek nedir bilmeyen acılar.
Tanrının beni yeryüzüne tükürmesiyle,
Var olmaya başlamıştı bu kuru kimsesizlik.
Sonsuz bir arayışın getirdiği tükenmişlikle,
Düğümlerini çözüyordum geçmişimin.
Nihai olduğu zannedilen suskunluk,
İşte o an bozuldu.
Kabuslarımın başkahramanı,
İsimsiz mektuplarımın yaratıcısı,
İşte o an çiğnerdi ayaklarının altında tüm duygularımı.
Ölüm getirenlerin yüreğinin tam ortasından,
Umut getireceğine inanılan bir ağaç çıktı ortaya.
Daha bir çiçek bile açmadan,
Taşlamaya başladı o ağacı karanlığım.
Güneş doğmamaya başladı yeni hislere.
Sonsuz bir gece başladı ardından.
Pençeleri sökülmüş canavarlar hüküm sürdü.
Bu amansız yalnızlığa ev sahipliği yapan,
Tekil diyarlara.
Korkularım adım attığı sürece,
Cesedim çürümeyeceğine yemin etmişti.
Geleceğim beni terk edip,
Yüzüme tükürmüştü.
Ve bir yazı belirdi mezar taşımın üstünde hiç yoktan:
‘’Yalnızlığıma hoşgeldiniz!’’
Mücevher
Yaşanmışlıkları hatırlatırdı soğuk rüzgarlar.
Terk edilmiş bir masanın kırık sandalyesinde,
Hatırlardım tüm olan bitenleri.
Tesadüflerin hayatımıza yol çizdiğini bildiğimiz halde,
Bir yemine bağlı kalmak kadar saçmaydı yaşamak.
Varoluşun tohumları saçılırken yeryüzüne,
Gün ışıkları vururdu
ruhumun derinliklerine.
Yepyeni diyarlar ayaklarımın altında oluşurdu.
Hayallerimizden yapılma kapı açılırdı o zaman.
Ölüm çıkar giderdi o kapıdan.
Hiçbir silah kuşanmadan,
Ümitlerimize saldırmaya giderdi.
Çıplak elleriyle boğardı geleceğimizi.
Yaşadığımız tüm duygular bize sırt çevirir,
Düşüncelerimiz ise ruhumuzu infaz ederdi.
Kayıp eksiklikler doldururdu o boşluğu.
Küfrederdik tanrıya bizi sevmediğinden.
Bulutların ardından her gece,
Bu gece öleceğime dair bahse girerdi meleklerle.
Kahkaha sesleri yağmur dolu bulutları getirir,
Tüm neşemizi ve yanılgımızı yıkayıp giderdi.
Sadece yalın bir acının parçaları kalırdı elimizde.
Kuyumcular dahi paha biçemezdi bu mücevhere.
Onu kullananı yüce kılan,
Aynı zamanda yok eden bu eşya,
İnsanın keşfettiği en gerçek şeydi.
Geceyi dahi kontrol eden,
Bu değişmez cisim,
Bize bütün eksiklikleri yaşatırdı.
Ta ki bir gün,
Mükemmelliyete erişip.
Tanrıyla savaşabilmek adına.
23 Eylül 2018 Pazar
Kraliçe
Gözyaşlarımın bana küfretmesiyle başladı her şey.
Soğuk bir günbatımına inat,
Korkularımı yumrukluyordum tahta bir kapıya karşı.
Hıçkırık sesleri doldururdu sadece yalnızlığımı.
Bir de yalancı ve çaresiz olan karanlığımı.
Eskimiş binaların yanında bulduğumu zannederdim huzuru.
Art arda gelen düşüncelerle birlikte,
Ruhum tükenişe karşı bir bayrak çekerdi.
Amansız rüzgarlarda dalgalanırdı durgunluğum.
İnsanların sevgisinden tatlı gelirdi ölüm.
Yok oluşların tarihçesini elinde tutan,
Bu dünyaya ait olmayan güzelliğin kraliçesi,
Beni beklerdi her gece kırık bir duvarın ardında.
Çıkmaz sokaklarda kaybolurdu arzularım.
Arkasında bir iz dahi bırakmadan,
Beni o unutulmuş yerde terk ederdi.
Devam ederdim iplerimi kör bir bıçakla kesmeye.
Uçurumları birbirine bağlayan köprülerden,
Aşağıya atardım kendimi gözlerim kapalıyken.
Azametli bir işe benzerdi yaşamayı sevmek.
Ona bağlı kalmak ve devam etmek.
Yalnızlığımla övünürdüm kraliçeye karşı.
İşte o zaman daha çok severdi beni.
Milyonlarca insanın son nefesini,
Üstü kapalı kutularda saklardı.
Sahip olduğum her şeyi elimden alırdı da,
Çaresizce kağıda dökülmüş cümlelerimi alamazdı.
Bazen benden nefret eder,
Bazen ise beni severdi.
İhanet nedir bilmeden,
Sıkı sarılmış bir ipin bağlı olduğu darağacında beklerdi
beni.
Bir gün bu diyarı terk etmenin hayaliyle,
Ay ışığının yüzüme vurduğu gecelerde beklerdim ben de onu.
Yalnız Astronot
Dumanlar anlatırdı tüm olan biteni.
Beyaz duvarlara ulaşırdı aklımdakiler.
İnsanın gözünü alan bir ışık sarardı beni.
İçindekilere hiç ulaşmamış bir kadın dururdu.
Soğuk yağmur bulutlarının bolca bulunduğu bir akşamda,
Gözlerine bakardım bir kelime dahi edemezdi.
Kim bilir en son ne zaman ağlamıştı?
Köşe duvarlarda saklanarak severdim onu.
Koskoca bir boşluk vardı içinde bol gezegenlisinden.
Kaskını kaybetmiş bir astronot gibi,
Nefesim kesilerek dolaşırdım o uzayda.
Gezegenleri teker teker dolaşır,
Bir yaşam arardım.
Yıldızlar kayardı üstümden,
Bir dilek tutardım elimde hiçbir şey olmadan.
Veda ederdim ayrıldığım her gök cismine.
Uzaylılar kaçırırdı beni .
Anlatmamı isterlerdi içimdekileri.
Bir oraya bir buraya savrulurdum.
Biraz şundan biraz da bundan hesabı,
Kapatmaya çalışırdım içimdekileri.
Tam doğru yere ayak bastığımı zannederken,
Bir kasırga çıkardı beni atardı oradan.
Devam ederdim yaşamaya.
Devam ederdim o kadını sevmeye.
Böyle bir arayışa benzerdi seni sevmek.
Tüm duygularımı bir uzay mekiğinde saklayıp,
Gezegenlere fırlatırdım.
Hangi gezegenin doğru olduğunu bilmezdim belki ama,
Bir gün o gezegeni bulup,
Sana ulaşacağımı bilirdim.
Çünkü sen gündoğumundaki ışıklar kadar,
Canlıydın benim ruhumda.
Çapa
Zamanın bardaklardan taşıp,
Umarsızca aktığı sahillerde bekledim karanlığı.
Güneş terk ederdi gönlümün kıyılarını.
Melekler ağlardı kanatları kırık.
Özgürlüğe doğru çırpacakken kanatlarını,
İçimdekilere tutundular çaresizce.
Sonsuz yaşamın gözyaşları doldururdu yalnızlığımı.
Tüm acılar yıkanırdı o bitmek nedir bilmeyen,
Çağlayan ak nehirlerde.
Başını öne eğerdi sevincim.
Mavinin ahengini yücelten sesler de eksik olmazdı.
Bekleyişin hayatımızdan çalıp getirdiklerini,
Avcuna para bırakılmış dilenciler gibi,
Büyük bir tutkuyla tutardık.
Ardından ise saklardık.
Bazen dokunmaya bile kıyamaz,
Bazen ise yarını yokmuş gibi harcardık.
Tüketirdik tüm o güzellikleri.
Yok oluşun bizi hangi kapılardan geçirdiğini,
Hangi zorlukları başucumuza yeni yıl hediyesi misali,
Bıraktığını bilemezdik.
Yalnızca beklerdik tüm yaşanacakları.
Belki tanrı değildik ama,
Yenilikleri sadece biz yaratabilirdik.
Bunu kabul etmeden çapamı atıyordum.
Bilinmezlik denizinin en derin noktasına.
Ay’ın Güneş’i,
Güneş’in ise Ay’ı kovalayışını,
Birkaç dumanla beraber izliyordum.
Dalgalar aşardı boyumu.
Bir öpücük bırakıp ayrılırlardı yanımdan.
Tüm bu evrendeki parçaları,
Bir düzensizliğin yaratıcısı olarak görüp,
Atardım kendimi mavi cehennemin en dibine.
Bu hayatı sonsuzluğa armağan etmek adına.
Anlamak
Ansızın gelirdi yanıbaşıma mutluluk.
Ne diyeceğimi bilmeden açardım kapımı.
Bir balyozla yıkardım duvarlarımı.
Kırmızı halılar sererdim yerlere.
Bir tebessümle gelirdin evime.
Sakladığın neşen de eksik olmazdı.
Yeni bir gün doğardı dağların ardından.
Bir kıvrıma takmıştım o geceden kalanları.
Müzikler yüceltirdi içimdekileri.
Bir kelime bile etmeden,
İkimiz akıp geçen zamana meydan okurduk.
Ortalığı kalabalıklar doldururdu.
Köşe bir yerde yaşardık hayatı.
Bir kağıtta temize çekerdim sevgimi.
Sen okurdun o gizemli cümleleri.
Anlaşılması zor olan o şiirleri,
Durmaksızın yazıyordum sana.
Beni biraz da olsa anlayabilmen adına.
13 Eylül 2018 Perşembe
Yaşlı Adam
Yavaş yavaş beni terk edercesine,
Kapıyı çarparak gidiyordu bilincim.
Kör koridorlarda yankılanırdı paslı yalnızlığım.
Hep bir tükeniş hep bir bekleyişle birlikte,
Yarınlardan medet umardım.
Umutlarım ayaklarına bir gülle bağlamış,
Ve bir denize atlamıştı.
Bir kulaç dahi atamazdım.
Kül kokardı gençliğim.
Birkaç sigaranın ardından kendimi yakardım.
Yaşamak neydi?
“Bilmem ben hiç yaşamadım.”
Dedi yaşlı adam.
Bir kadeh şarap ikram ettim.
Biraz içer sonra anlatmaya başlardık kendimizi.
Bir de gelip geçen zamana yakınırdık.
Bir soru daha takıldı sonra aklıma:
Umut neydi?
“Uzun zaman önce battılar karanlık bir denizde.”
Dedi yaşlı adam.
Bir sigara ikram ettim sonradan.
Şu ana kadar içilmemiş en ağırından.
Bir şarkı çalardı gecenin bu saatinde.
Başlamıştı yeniden dans etmeye sorular zihnimde.
Yargılanmak neydi?
“Tanrının aptal bir oyunuydu sadece.”
Dedi yaşlı adam.
İkram edebileceğim tek bir şey kalmıştı:
Kırık bir kalem uzattım ona.
Yeni bir dünya dalgalandı sonra göklerde.
“Daha önce buralarda yürümüştüm.”
Dedi yaşlı adam.
Özgürlüğüme bıraktılar kendilerini gözyaşlarım.
Kapkaranlık bulutlar sarmıştı dört bir yanımı.
Bir yağmur başladı sonradan.
Yağmur damlalarıyla yıkanmıştı yalnızlığım.
Yeni bir yaşama yelken açarcasına,
Koşuyordum mutluluğa ulaşmanın hayaliyle.
Yaşlı adama buruk bir gülümseme hediye edip,
Veda ettim.
Yalnız
Yalnızlığın
denize indiği bir akşamda,
Geçmişin
dokunuşuna sahip rüzgarlar geçiyor.
Dağların
ardından beliren kızıl cehennem,
İçimdekiler
kül olana dek beni yakıyor.
Uzaklardan
gelirdi hayatım.
Yerin altında
sürünen yılanlar gibi,
Sinsice
acıtırdı canımı dişleriyle.
Veda
mektuplarında geçerdi adım.
Öylesine
yazılmış cümlelerin baş tacı olurdu.
Yüzü olmayan
bir adamın yansıması gezerdi.
Düşüncelerimle
kirlenmiş bulanık sulardan,
Günyüzü
görmemiş çaresiz yalnızlığıma kadar.
Karanlığın
ahengini bozan sesler,
Yankılanırdı
tek bir yıldıza sahip göklerde.
Ne zaman
baksam yukarıdaki yaşlı adama,
Yaptığım
hataları görürdüm durmadan.
Kapardım
gözlerimi,
Bir çakmak
alıp yakardım kirpiklerimi.
Bir şiire
benzerdi gözyaşı dökmek.
Her bir
damlada bir anlam hayat bulurdu.
Ben
bulamazdım.
Ben hiçbir
şeyi bulamazdım.
Bir odaya
kilitlerdi kendisini mutluluğum.
Ne o kapıya
giderdim,
Ne de bir
anahtar arardım.
Yalnızlığın
kol gezdiği sokaklardaki evsizleri,
İşte bu
yüzden severdim.
Bu yüzden
çıplak bir şekilde,
Koşardım
sırtımdakilerle birlikte.
Bulduğum ilk
çukuru,
Kendi evim
zannederdim.
Lağımlardan
akıp geçerdi ömrüm.
Denize
dökülürdü sonra.
Neyim varsa
bırakırdım ardımda.
Gözlerimi
açar atlardım sonra.
Bu yalnızlığı
bir nebze de olsa,
Unutabilmek
adına.
11 Eylül 2018 Salı
Eğer ki
Eğer ki kapatırsan bir gün kapılarını,
Bir köşe başında beklemeye razıyım.
Eğer ki karalarsan bir gece renklerini,
Karanlığın altında rengin olmaya razıyım.
Eğer ki yakarsan bir akşam şiirlerimi,
Yeni cümlelerin olmaya razıyım.
Eğer ki yok edersen bir sabah sevgini,
Gözlerinden akacak gözyaşın olmaya razıyım.
Eğer ki bağırırsan bir sahilde tek başına,
Ağzından çıkacak her kötülüğü duymaya olmaya razıyım.
Eğer ki yalnız kalırsan bir kabusun içinde,
Seni uykundan uyandıracak ses olmaya razıyım.
Eğer ki gözlerini kapatırsan üzgünken,
Yüzünü güzelleştiren tebessümün olmaya razıyım.
Eğer ki çizeceksen bir odada resim,
Bembeyaz tuvalin olmaya razıyım.
Eğer ki korkarsan gecenin bir yarısında,
Odanı aydınlatacak ışık olmaya razıyım.
Eğer ki acı çekiyorsan yaralarından,
Beni yaralayacak tedavin olmaya razıyım.
Eğer ki sileceksen kendini dünyadan,
Ben sen olmaya razıyım.
Eğer ki çekip gideceksen,
Bu yalnız adamı yaralayacaksan,
Dudaklarının arasından çıkmayı bekleyen hoşçakal sözcüğü,
Olmaya razıyım.
Her şeye razıyım da,
Bir seni sevememeye razı değilim.
25 Temmuz 2018 Çarşamba
Karanlığım
Soğuk yağmur bulutları geçerdi üstümden.
Tüm gözyaşlarım içine saklanırdı.
İnsanlar evlerine kaçar,
Evsizler sevinirdi.
Ne zaman ağlasam.
Geçerdi zaman,
Kimsenin önünü iliklediği ceketine dikkat etmeden,
Alıp götürürdü gençliğini üzgün ve yalnız adamların.
Kaldırım taşlarında çıplak ayaklarıyla,
Koşardı hayatı tanımayan çocuklar.
Zihnimdeki tüm taşlar o zaman düşerdi yere.
O zaman kanatırdı çocukların ayaklarını.
Bir izmarit söndürürdüm yalnızlığımın üstünde.
Dans ederdi geçmiş kırık kapı pervazlarında.
Nereye baksam,
Nereye gitsem,
O vardı karşımda.
Bilmezdim kim olduğunu.
Ağzı yoktu konuşamazdı.
Gözleri yoktu bana bakamazdı.
Sahip olduğu tek şey var olmaktı.
Ansızın çökerdi uykularıma.
Beklenmedik saatlerde beklenmedik acılar getirirdi başucuma.
Hiçbir şey demeden,
Çeker giderdi sonra.
10 Temmuz 2018 Salı
Mezar
Bir döşemenin içinden akan renkler misali,
Aniden, sebepsizce terk ediyordum ruhlar masasını.
Bir çatı katının kenarından,
Yaralı ellerime doğru uzanan,
Gecenin meleği masa başında düşünüyordu.
Dünlerden bugünün hangi geleceği kastettiğiydi,
Onu bu kırık tahta parçasına iten.
Ağaçlar önümde eğilirdi yaprakları dökük.
İnsanlar şapkalarını çıkarırdı boyunları bükük.
Bir kaldırıma başımı vurana dek,
Sürecekti bu seyircisiz tiyatro.
Gökten güller yağardı yaprakları kanlı.
Kör bir kadın açardı gözlerini o ışığa.
Kendisinden başkasını görmezdi.
Ay ortadan ikiye ayrılırdı.
Bir yarısı ışığa diğer yarısı avcuma düşerdi.
İpleri kopuk hamaklar devrilirdi ağaçlardan.
Filizleri çiçek açmayan mezarlar açılırdı.
Tabutları kırılmış,
Kefenleri yırtılmış mezarlar açılırdı.
Tepedeki adam görürdü tüm olan biteni,
Bana tokat atardı her gece.
4 Temmuz 2018 Çarşamba
Ruh Çığlıkları
Yakarışların arz edildiği,
Karanlığa kucak açan bir boşluğun köşesinde,
Ruh çığlıkları etrafımı sarmıştı.
Yokluğun yalancısı olan bitik beden,
Bırakacakken kendini yeryüzüne,
Mahluk bir kimse tarafından çekiliyor varlığa.
Korkunun etrafını sardığı o köşesiz yer,
Ruh çığlıklarının ev sahipliğini yapıyordu.
Zincirlerinden kurtulmayı reddeden bir köle misali,
Olduğu yerde gerçeklikle konuşuyordu o bitik beden.
Sigaranın külleri gibi etrafa dağılan düşünceleri,
O dumanı soluyan herkesi ölüme davet ediyordu.
Zamanın kudretini yok sayan ruhlar,
Bir kez daha hayat uğruna bir tören düzenlediler.
Kafamın içinde dolaşan her bir anının,
Bir gerçekliği vardı.
Ruh çığlıklarının kaynağı olan o diyar,
Bir kurban daha bulmuştu.
Ruhum için yakılmış tüm canlar,
Mezarlarından dirilip tekrardan geldiler yanıma.
Hayatı bir kez daha yaşatmak adına.
Geceydi
Renkleri solmuş bir geceydi.
Dişlerimin arasından çekilen,
Benden bir parça dalıyordu uzaklara.
Sıcak kahveden çekinerek alınan yudum gibiybi.
Yalnız bırakılmış bir geceydi.
Ufak bir ışık ağlıyordu bana bakarak.
Bir demir parçasında unutulmuş beden gibiydi.
Yalana muhtaç bir geceydi.
Bir köprünün aşağısına salınan,
Sert zeminlerle savaşmış ayaklarım kanıyordu.
İkinci defa doğmak gibiydi.
Katil olması şart konulmuş bir geceydi.
Anlamsız sokaklarda kelimeleri sevmeyen,
Bir tutsak gözlerini dikerdi yokluğa.
Vücudundaki kurşun yaralarını sayan asker gibiydi.
Cehennemi yaşatan bir geceydi.
Ateşten yalın anıları yakan,
Bir insan sallanırdı bir salıncakta.
Beyaz panjurların kanla sevişmesi gibiydi.
30 Haziran 2018 Cumartesi
Yarar
Gecenin arasından kendini gösteren renkler,
Umursamaz bir adamın delirmesine neden olmuş.
Gündoğumuna dek uzanan kırık kaldırımlarda,
Ellerimden kaçıp giden düşünceler,
Beni hiçbir zaman sevmediler.
Havanın huzurunu bozan iki boğuk ses,
İnsanlara çarparak yankılanıyor.
Nereye gittiğimi bilmeden,
Yürüyordum eski bir dostumla,
Bu gün yüzü görmemiş soğuklukla,
Dolduruyordum içimi.
Gölgeler birbirini terk ederken,
Maskemi bir çantaya koydum.
Saatteki akrebin önemi kalmamıştı.
Saatler değil günler değiştiriyordu ruhumu.
Kökleşmiş anılar gibi,
İnatçı bir düşünce sardı etrafımı.
''Yaşamak neye bedeldi ?''
''Her şeye!'' dedi biri fazla basit bir cevaptı bu.
Tekrardan yorgun bir kafayla,
Önlerine sunuyordum bu cevabı meçhul soruları.
Sabaha yetişmek için hızlı davranan Ay,
Bu puslu yollarda bana bir oyun oynuyor.
Yaralı bir halde geçip gittim.
Sahtekarla işim olamazdı.
Yol boyunca gördüğüm ucu sivri korkuluklar,
Böyle saatlerde evsizlerin katili oluyor.
Bunun sonucuna ise hırsızlık deniyor.
Sizin değerli sandığınız eşyalarda yoktur gözüm,
Ben mülkünüzü değil zamanınızı çalmak isterim.
Bulutlar ağlamamak için kendini zor tutmuş.
Bunu yerdeki iki su birikintisine baktığımda anladım.
Geçmiş bir ip gibi dizildiği vakit,
Beynimde yıldırımlar çakardı.
Ta ki bir tanesi ipi yakana dek,
Bir boşluğa yuvarlanmış hayatım.
Nerede engebeli bir yol varsa,
Kendisini oraya atmış.
Çünkü o bu şekilde öğrenmiş.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)